Tanzimat’tan sonra doğan, cami, medrese ve tekke atmosferinden beslenen, son eserlerini Cumhuriyet döneminde veren âlim, ârif ve sanatkârlardan biri de Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’dır. 1878’de Antalya / Elmalı’da doğan 27 Mayıs 1942’de İstanbul’da vefat eden Yazır, ilmin derinlikleri kadar güzel sanatların büyüleyici sahillerini de tanımıştır. Onun için, İbnü’l-Emin Mahmud Kemâl’in Son Hattatlar[1] isimli eserinde tanıttığı şahıslardan biri de o olmuştur.[2]
Şüphesiz onun en büyük eseri, Elmalı Tefsiri diye meşhur olan Hak Dini Kur’an Dili isimli eseridir[3].1935-1938 yılları arasında 9 cilt olarak Diyanet İşleri Reisliği’nin beşinci kitabı olarak çıkan bu eser, Cumhuriyet döneminin en mühim “olay”larından biridir.[4]Çünkü otuzlu yıllar ülkemizde hem din eğitiminin hem de dinî yayıncılığın dibe vurduğu hüzünlü bir zaman dilimidir. Bu “karanlık” devirde söz konusu tefsir ve onun ikiz kardeşi Tecrîd-i sarîh[5] tercümesi âdeta güneş ve ay gibi doğmuştur.
Tefsir, fıkıh kadar, kelâm, hadis bilen, Fahreddin Razî kadar Muhyiddin İbn Arabî’yi tanıyan[6],Batı felsefesiyle ilgili Fransızca’dan kitap tercüme ve tenkid edebilecek kadar bu kültüre de âşina olan müfessirimiz,[7] çağdaş meselelere de kafa yormuş, çare aramıştır.
Bu yazıda onun tefsirinde gerekli gördüğü yerlerde zevkle kullandığı Türkçe mısra ve beyitler bir araya getirilerek edebî zevkine işaret edilecektir.[8] Şu da ilave edilmelidir: Bazen onun bir ayeti açıklarken kullandığı muhteşem nesir, nazmın çok ötelerine gitmiş âdeta yazar ile coşkun bir vecd hâli buluşmuştur.
Tefsirin ilk satırlarını teşkil eden şu meşhur müsecca’ nesirli dua, Tazarrunâme[9] sahibi Sinan Paşa’yı hatırlatmıyor mu?
“İlâhi!
Hamdini sözüme sertâc ettim
Zikrini kalbime mi’rac ettim
Kitâbını kendime minhâc ettim
Ben yoktum var ettin
Varlığından haberdâr ettin
Aşkınla gönlümü bîkarar ettin..[10]”
- Tercümenin zorluğu
Müfessirimiz eserin Mukaddime bölümünde konu ile ilgili birçok meseleye temas etmiştir. Bunlardan biri de Kur’an-ı Kerim gibi ilâhî bir kitabın hakkıyla tercüme edilip edilemeyeceği meselesidir. Edebiyattan örnek veriyor:
“Lisânî husûsiyeti olmayıp sırf akl u mantıka hitap eden kuru ve fennî eserlerin kabiliyet-i ilmiyyesi terakkî etmiş olan lisanlara hakkıyle tercümesi kabil olduğunda söz yoksa da hem akla hem kalbe yahut yalnız zevk u hissiyyâta hitap eden ve lisan nokta-i nazarından edebî kıymeti ve zevk-ı sanatı hâiz bulunan canlı ve bediî eserlerin tercümelerinde muvaffakiyet görüldüğü nâdirdir. Bunları tanzîr etmek tercüme etmekten daha kolay gelir. En basit bir misal olarak Türkçemizin şu beytini alalım:
Geh gözde geh gönülde hadengin mekân tutar
Her kanda olsa kanlıyı elbette kan tutar[11]
Şüphe yok ki bu mazmunda buna benzer ve belki daha güzel nazireler söylenmiştir. Lâkin bu beyt, aynı letâfetle acaba başka bir lisana tercüme edilebilir mi? Hatta şimdiki lehçemizle “her nerde olsa kanlıyı elbette kan tutar” denilse mısranın bir cinası ve telmihi acaba zayi edilmiş olmaz mı? Böyle her nerede olursa olsun kanlıyı iki kan arasında yakalayıp tutturmak hissini verecek mütecânis üç kelimeyi cemedip bir mısraya dercedivermek kaç lisanda mümkin olur?” (I/ Mukaddime, 10)
Konu ile ilgili bir örnek de Fuzulî’den verir. Güzel sözleri yanlış yazı ile berbat edenlere hitaben Divan’nın başına Arapça bir dörtlük yazar. Sonra bunu kendisi nazmen tercüme eder:[12]
Kalem olsun eli ol kâtib-i bed-tahririn
Ki fesâd-ı rakamı sûrumuzu şûr eyler
Gâh bir harf sukûtuyla kılar nâdir’i nâr
Gâh bir nokta kusûruyla gözü kör eyler (I/ Mukaddime, 11)”
- Türkçenin Güzelliği
Müfessir, kendinden, yetişme tarzından, dünyadan, kültürel olaylara bakış felsefesinden bahsettikten sonra konuyu bir beyitle toparlıyor:
“Ben hâlis Anadolulu, öz, Oğuz Yazır Türküyüm. On beş yaşımda İstanbul’a geldim. Ne Arabistan’a gittim ne Türkistan’a. Ne İran’ı gördüm ne Frengistan’ı. Öğrendiğimi bu vatanda öğrendim. Yazır’ın, Kayı, Kınık, Bayındır, Eymir, Avşar gibi büyük Oğuz kabilelerinden biri olduğunu da Arapça’dan, Divan-u Lugati’t-Türk’ ten[13] öğrendim. İran’da çıkan yünden, Avrupa’da bükülen ipten Türk tezgâhında dokunan halıyı Türk malı tanıdım. Bir binanın mimarisi Türk olmak için bütün kerestesi yerli olması lâzım değildir diye işittim. Afrika madenlerinden çıkmış bir altının üzerinde bir Türk sikkesi gördüğüm zaman ona Afrikalının değil bizim altınımız dedim.
Ruhî-i Bağdadî’nin
Sanma ey hâce ki senden zer u sim isterler
‘Yevme lâ yenfeu’da kalb-i selim isterler
sözünü duyduğum vakit bunu Türkçe’den başka bir lisanın edebiyatına kaydedemediğim gibi Türkçe’nin en güzel sözlerinden tanımakta tereddüt etmedim” (I/ Mukaddime, 18)
- Zâhir ve Bâtınıyla Kur’an’ı Anlamak
Bir metnin sadece zâhirine bakarak hüküm vermek veya bâtınını esas alarak neticeye gitmek… Bu ciddi bir meseledir. Zâhiriyye ve Bâtıniyye ekollerinin de temelinde bu tartışma vardır.
“Fıtratın bu nizamı nazarımızda nasıl böyle hem zâhir ve hem bâtın ise, Kur’an’ın sureleri ve ayetleri beynindeki nizâm-ı ilmî ve bediî dahi onun gibi ve hatta ondan ziyade zâhir ve ondan ziyade bâtındır. Zâhir olması kemâlinden, bâtın olması da adem-i tenâhisindendir. Bu haysiyetledir ki bir şairimiz:
Bikr-i fikri kâinatın çâk çâk oldu fakat
Perde-i ismette kaldı mea’ni-i Kur’an henüz
demiştir” (1/49)
- Oruç ve Takva
Oruç ibadetiyle ilgili Bakara süresinin 183. ayetinin son kısmında yer alan “umulur ki takva sahibi olursunuz” ifadesinin tefsirinde bu ibadeti yerine getirme konusunda hassas davranamayanlara sözü getirerek şöyle diyor:
“Oruç tutmayan sabretmesini bilmez, iktisad-ı nefsânisini gözetemez, hele refah içinde yaşayanlar hiç oruç da tutmazlarsa bütün hürriyetlerini şehvetlerine kaptırırlar. Şunun bunun ırz u malına tecâvüzden kendilerini alamazlar. Haram, helal seçemezler. Hatta vicdanları da istemeye istemeye rezâletlere atılırlar. Nihayet nefislerine de zulmederler, kendilerinde akl u vicdan, din ü iman hilafına telef eylerler:
Kimi vicdâna dokundu kimi cism ü câna
Zevk nâmına ne yapdımsa peşiman oldum
diyerek inlerler giderler” (1/627)
- Gecenin Sihri
Kur’an-ı Kerim’in Ramazan ayında özellikle Kadir Gecesi nâzil olması ile geceye, Hira Mağarası’nda yaşanan lâhutî geceye atıfta bulunarak meşhur beytin ikinci mısrasını[14] naklediyor:
Mübtelâ-yı gâma sor kim geceler kaç saat
“Bu suretle ehl-i dile huzûr-i ilâhîde kanlı göz yaşları döktüren niye leyâl-i ıstırâbın pek büyük beşâretlere, saadetlere mebde olduğu vakidir. Ne hikmet-i sübhaniyyedir ki envâr-ı saâdet gündüzlerin nâsiye-i tâbnâkinden ziyade gecelerin simây-ı hazîninden doğar. Çok gülenler ağlamağa namzed olurken ağlayanlar, hele Hak yolunda ağlayanlar gülmeğe istihkak kazanırlar”(1/647)
- İsrafa Batmak
“Mallarını gece gündüz gizli ve açık olarak verenler” ile ilgili ayetin (Bakara, 2/274)tefsirinde sözü bu konudaki zaaflarımıza getirmektedir:
“Öyleleri vardır ki oyun masalarında avuç avuç paraları havaya atmaktan korkmaz da beri tarafta devlet ü milletin eksiğini düşünmez, karşısında yoksulluktan kıvranan hemşehrisinin, hemcinsinin kursağına bir lokma ekmek yetiştirmekten tiksinir, kıskanır. Fazla olarak ona karşı “görüyor musun işte sen açsın ben tokum, sen inlersin ben zevk ederim” gibi bir hiss-i gurur ve iftihar ile çalım da satar. Düşünmez ki ferdin sefâleti heyet-i ictimaiyyenin sukutudur. Ve heyet-i ictimaiyyenin sukut u sefaleti erinde gecinde bütün efrâdına sâridir. Düşünmez ki bir insanın muhitindeki sefâlet ü ihtiyac kendi sefâlet ü ihtiyacıdır. Serhadlerdeki gedikler hanenin gedikleridir. Ailesinde akrabasında, komşusunda, hemşehrilerine, hemcinslerindeki açlıkların, hastalıkların, perişanlıkların, felaketlerin hepsi insanın kendi mevcudiyetindeki rahnelerdir. Fukaraların gözleri önünde açık lokantaların süslü masalarında veyahut velvele-i hây u huyu etrafı çınlatan gümbürtülü hanelerin yemek salonlarında hayat-ı umumiyyeye göz yumarak kahkahalarla yeyip için, servetler israf eden erbâb-ı gaflet düşünmez ki fazla kaçırdığı her lokma belki bir fakirin bir iki günlük kût-i lâyemûtu olurdu. Bir lokma belki binlerle kimselerin hakk-ı hayatından sıyrılmış, sızdırılmış bir hâsıla-i sa’y ü amel bulunuyordu. Düşünmez ki her kahkaha bir çok erbâb-ı ihtiyacın gayz-ı derûnîsini kaynatacak, ehl-i iffetin kuvve-i tahammüliyyelerini çatlatacak, nâmuskârlara fesadlara, sirkat ü şekâvetlere sevkedecek bir midrab-i heyecân olabilir:
Evet kuvvet nedir bilmezsin ey mağrur-i nahvet sen
Ezer bir muşt-i kudret beynini yevm-i mesârında”
- Şehvetler
Al-i İmran suresinin 14. ayetinde sıralanan nefsanî arzular ve şehvetler tefsir edilirken sözü şöyle bağlamıştır:
“İşte böyle şehevât mahabbetini pek güzel bir şey zannetmeleridir ki kendilerini her fenalığa sürükler. Bu müştehayâta böyle mahabbet ise göründüğü gibi güzel bir şey değildir. Bunların gâye-i emel ittihaz edilmeğe değerleri yoktur. Nihayet bunlar alçak bir hayat metaıdır:
İnsan bırakır hepsini hîn-i seferinde” (2/1052)
- Gurur
Yaptıklarıyla mağrur olan, yapmadıklarından dolayı medh ü sena edilmekten memnun olan “hasta” tipler için şöyle diyor:
“Mağrurlanmak, istikbalden gaflet etmek ve vazifenin kendine ait olmadığını bilememek, yaptığı işi büyük sunup kendine onu büyük görmek gibi bir küçüklüktür. Ve yapmadığını yapmış gibi gösterip medholunmaktan hoşlanmak ise tahrif-i haktan bir zevk almak ve Allah’ı unutmaktır. Evvelkisi buna sevkeder. Bu ikisi bir yere gelince de azab-ı elime mustahık olur. Maatteessüf bu halde bulunanlar ne kadar çoktur.
Yek Beyza vü sad hezâr gıdgıdak” (2/1254) (Bir yumurta ama binlerce gıdgıdak)
- Nasihat
Nisa suresindeki karı-koca ilişkilerinden bahseden ayette geçen ‘vedribühün’ ifadesini hafifçe döğüveriniz şeklinde tercüme ettikten sonra açıklamalarına dipnotta devam etmiş ve Ziya Paşa’nın meşhur beytini nakletmiştir:
Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdir
Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir (2/1351)
- Tağut / Diktatör
Allah için muharebe eden iman taraftarlarıyla, tâğut için savaşan şeytan taraftarlarından bahseden ayeti tefsir ederken diktatörlere = cebâbire işaret ediyor:
“Müfessirîn diyorlar ki bunun için ehl-i hakk u hayr hayatlarında fakr u ibtilâ içinde bulunsalar bile ilelebed azîz olarak zikr-i cemîlleri bâki kalır. Bugün olmazsa yarın behemehal mesûd olurlar. Şerr u şeytânet, tuğyân u tezvir ile icrâ-yı hükm eden cebâbirenin tahakkümleri de ne olsa söner, yerlerinde yeller eser. Şayet yâdolunurlarsa lanetle yâdolunurlar. Bir şairin dediği gibi:
Zulmün topu var dehşeti var savleti varsa
Hakkın da bükülmez kolu var kuvveti vardır..”
- Tarihten Ders Almak
Kur’an’daki kıssalardan ders almak üzerinde dururken isim vermeden Mehmet Akif Ersoy’dan bir dörtlük nakletmiştir. “Mümin bir delikten iki kere sokulmaz. Geçmiş felaketlerden ibret alır da tekerrürüne sebep olmazlar. Fakat matbu’ul-kulûb olanların bu ibret ve intibah kabiliyeti söner de şairin:
Geçmişten adam ibret alırmış ne masal şey
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi
Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi
dediği gibi tarihî felâketler şekilden şekle tekerrür eder.” (3/2264)
- Ümmî Peygamber
Ümmî kelimesinin üç farklı yorumuna temas ettikten sonra şöyle diyor: “Ve kemâlât-ı ilmiyye ve ameliyyesi, okuyup yazanları aciz bırakan bir Peygamber hakkında her türlü şüpheyi kat’eden ve onun doğrudan doğru min indillah mürsel bulunduğunu bizzarure isbat eden hârikulâde bir sıfat-ı kemâl, yani bir mucizedir. Bu haysiyetle ‘resul-i nebiy-yi ümmî’ vasfı ‘o risalet ve nübüvveti bedîhî sahib mucize’ demenin daha beliğidir. Nitekim Türk şairi Fuzûlî bunu şu beytiyle anlatmıştır:
Bakî mucizlere ne hâcet vasf-ı hak isbatına
Cahil iken el, senin ilmin yeter burhan sana (3/2298)
- Cenneti Kazanmak
Allah yolunda mal ve canlarıyla cihad edenlerin cenneti hak ettiklerini / satın aldıklarını beyan eden ayetin tefsiri yine Kerbelâlı Fuzûlî’ye ait bir beyit ile sona ermektedir:
Cânı, cânân dilemiş vermemek olmaz ey dil
Ne nizâ’ eyliyelim ol ne senindir ne benim
- Mi’rac
İsra suresinin ilk ayetini genişçe tefsir ettikten ve konu ile ilgili farklı yorumlara temas ettikten sonra bu büyük olayı farklı bir şekilde tarif ediyor: “Mi’rac, Peygamber’e ayet göstermekten ibaret değil, Peygamber’in kendisini bir ayet olarak kâinata göstermektir. İlave ettiği dörtlük şöyledir:
Muhammedden diğer yok dahil olmuş kâb-ı kavseyn’e
Kirâm-i enbiyâdan girmedi bir fert o mâbeyne
Haremgân-ı visâle Ahmedî tenha olub Mevlâ
O halvet oldu mahsûs Hezret-i Sultan kevneyne (4/3152)
- Peydâ Redifli Gazel
Kendisi de şair olduğu için tefsirinde yeri geldiğinde edebî mahsülleri kullanmaya özen gösteren Muhammed Hamdi Yazır, genellikle beyit iktibas etmiştir. Az da olsa tek mısra ve iki beyit aktardığı da olmuştur. Fakat sadece bir yerde bir gazelin son beyti hariç bütününü nakletmiştir. Şiirin mahlas beytini vermediği için ilk anda şairini çıkarmak zor ise de Fuzûlî’nindir. Ancak Niyâzî-i Mısrî’nin de peyda redifli tevhid konusunu işleyen nutk-ı şerifinin olduğu bilinmektedir. Herhâlde Fuzûlî’nin mısraları daha çok hoşuna gitti. Öyle anlaşılıyor ki “Allah: Yaratanların en güzeli..” ifadeleri ona çok şeyler hatırlatmış onu mest etmiştir. İşte uzun bir cümle ve o şiir: “Mevcut olmayan tabiatları vücûda getiren, vücûda gelen tabiatları dilediği gibi tahvil edip değiştirerek en güzel neşetler için kıvamına koyan, câmid bir çamurdan nâmî bir sülâle çıkaran, hakîr bir sülâleden ber-vech-i bâlâ dilber bir insan yaratan o Allah, öyle büyük öyle yüksek ki ne kadar hâlık farzedilse öyle güzel, öyle güzel yaratan tasavvur olunamaz.”
Zehi zâtın nihân u ol nihanden mâsiva peydâ
Bihâr-ı sun’ına emvâc peydâ ka’r nâ-peydâ
Bülend ü pesti âlem şâhid-i feyz-i vücûdundur
Değil bîhûde olmak yoğiken arz u sema peydâ
Meâl-l hikmetin izhârı kudret kılmağa etmiş
Gubâr-ı tîreden âyine-i git u nümâ peydâ
Demâdem aks alır mir’ât-i âlem kahr u lutfundan
Aninçun geh küdûret zâhir eyler geh safâ peydâ
Gehi toprağa eyler hikmetin bin mehlika pinhan
Gehi sun’un kılar toprakdan bin mehlika peydâ
Cihan ehline tâ esrâr-ı ilmin kamlıya Mahfî
Kılıbdur hikmetin küffâr içinde enbiya peydâ
- Süs
Kadınların süs ve ziynetlerini göstermemeleri konusu işlenirken tesettür meselesine de girmiş ve sonunda şu mısraları aktarmıştır:
Hüsn olsa da vâcibü’t-tecelli
Gizler onu hak nikab içinde
Ağyarına gösterir mi hurşid
Didârını hiç o tâb içinde (4/3505)
- Burçlar
Furkan suresinde gökyüzü ve burçlara dikkatimizi çeken ayetlerin tefsirinde burçların isimlerini ve ilgili oldukları mevsimleri ihtiva eden şu dörtlüğü nakletmiştir:
Hamel u Sevr ile Cevzâde olur fasl-ı bahar
Seretân u Esed u Sünbüledir yazda karar
Tuttu güz faslını Mizân ile Akreb dahi Kavs
Cedi vü Delv ile Hût oldu zemistâne medâr (5/3609)
- Kötülüğe İyilikle Cevap Vermek
Müfessirimiz bu konu ile ilgili meşhur beyti tekrarlamıştır:
İyiliğe iyilik her kişinin kârı
Kötülüğe iyilik er kişinin kârı (5/3747)
- Ehl-i Kitab İle Mücadele
Zâlim olanları hariç ehl-i kitab ile en güzel bir şekilde mücadele etmeyi emreden (Ankebut, 29/46) ayette bir beyti, ikinci defa kullanmıştır:
Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdir
Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir
- Rüzgâr
Hz. Süleyman’a rüzgarın müsahhar kılınışı ile ilgili ayeti (Sebe, 34/12) tefsir ederken şu beyti nakletmiştir:
Seyretti heva üzre denir taht-ı Süleyman
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde (5/3951)
- Kadeh
Cennet nimetleri sıralanırken içki ve dolu dolu kadehten de bahsedilir. “Bunlar dünya işretleri gibi değil” dedikten sonra “Nâilî-yi Kadim olsa gerektir” dipnotuyla bir beyt naklediyor:
Hûn-i çiğerle memlu câm-ı zer olmadansa
Bî inkisâr-ı hâtır şikeste sagar olsun (6/4555)
- Mehmet Akif
Mehmet Akif ile Hamdi Yazır arasındaki ilişki bilinmektedir. Özellikle bu tefsirin meâl kısmını o yapacaktı, tefsiri Yazır yazacaktı. Ama olmadı. Müfessirimiz ismini vermeden ondan bir iki beyit nakletmişti. Fakat Haşr suresinin “isâr” ile ilgili ayetinde (Haşr, 59/9) farklı bir durum var: “Yermük vak’asında şehitler içinde son nefesine gelmiş yaralıların, kendilerine verilen bir yudum suyu bile, yanında inleyen arkadaşından, arkadaşına nasıl îsâr edip dolaştırttığı tarihî vakıanın kudsiyeti Âkif’in Safahat’ında ne güzel tasvir edilmiştir”[15] Bu tesbitten sonra şiir –herhalde uzun olduğu için- nakledilmemiştir. (6/4844)
- Cihad
Savaşa her zaman hazır olmak, gerekli bütün maddi / askerî tedbirleri almak ama Allah’a rabt-ı kalbi hiç unutmamak. Bu konuda da şu dörtlüğü nakletmeyi uygun bulmuştur:
“Bir na’tinde Nâzım der ki;
Hükmün yürütür aşk vuhûş ile tuyûra
Yok emrine serkeşlik eder made vü nerde
Bî zur-i sipeh aşk eder alem-i teshir
Ne zirh u ne miğferde ne tiğ u ne siperde” (6/4858)
- Münafıklar
Münafikûn suresinin 4. ayetinde yer alan “…her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Düşman onlardır. Onlardan sakın..” bölümünü tefsir ederken “Onlardan sakın, zira düşmanın en tehlikelisi gülerek sokulup sinede patlayandır” dedikten sonra şu beyti naklediyor:
Yaktı nice cânlar o nezâketle tebessüm
Şîr’in dahi kasd etmesi cana gülerekdir (6/5002)
- İstişhad
Muhammed Hamdi Yazır’ın tefsirinde iktibas ettiği eski tabirle istişhadda bulunduğu Türkçe beyitleri takip ediyoruz. Eserde Arapça pek çok şiirin yer aldığını söylemeye hacet yok. Onlar şimdilik konumuz dışındadır. Söz konusu beyitlerin büyük bir kısmının tercümesini de metin içinde veya dipnotta vermiştir. Muhyiddin İbn Arabî’nin Fütühât-ı Mekkiyye isimli eserinden , Hakka suresinde “arş” konusunu şerh ederken tercüme ettiği yedi beyitlik bir şiir de vardır. (7/5323 )
Yalnız Hz. Ali’ye nisbet edilen o meşhur beytin tercümesini -teberrüken- aktaracağız.
“Allah size sûret verdi ve en güzel sûreti verdi” (Gâfir, 40/64) ayetini tefsir ederken şöyle diyor: “…Bu vechile ömrünün hâsılına göre kendini ya daha ziyade güzelleştirir, illiyyine yükselir, yahut da çirkinleştirir, esfel-i safiline yuvarlanır. Demişlerdir ki: İnsan âlem-i ulvî ile âlem-i süfli beynini câmi’dir. Bu da mücerredât âleminden emr-i Rabbânî olan ruhu ile maddiyat âleminden olan bedeni hasebiyledir. Şu beyti Hz. Ali’ye nisbet ederler:
Sanırsın ki sen bir küçük cirimsin
O âlem-i ekberse sende dürülü
Tin suresinde yer alan ahsen-i takvim konusunu izah ederken aynı dörtlüğü farklı bir şekilde yine manzum olarak tercüme etmiştir:
İlacın sendedir de farkında olmazsın
Derdin de sendendir fakat görmezsin
Sanırsın ki sen sade küçük bir cirimsin
Halbuki sende dürülmüş en büyük âlem (8/5936)
- Tevazu
Mülk suresinin 15. ayetinde geçen “zelûl” kelimesiyle “zelil/zillet” kelimesi arasındaki nüansa işaret ederek şöyle diyor: “Bunda asl olan hakaret ve horluk manası değil, kolaylık, yumuşaklık, uygunluk yani uysal manâsıdır. Bir şey zelûl olmakla beraber şerefli olabilir. Nitekim tevazu bir şerefdir:
Hâk ol ki Huda mertebeni eyleye âli
Tac-i seri âlemdir o kim hâk-i kademdir” (7/5226)
- Cennet Nimetleri
Dehr / İnsan suresindeki ke’s, kadeh ve şarab kelimeleri vesilesiyle müfessirimiz şöyle diyor: “Şu hâlde tam manasıyla dolgun kadeh neşesinde hiç humâr olmayan, hal ve istikbalinde her türlü gam u kederden azâde olan safi bir hayat zevki demek olur. Böyle bir hayat ise hayat-ı ahirettir. Çünkü dünyanın hiçbir neşesi yoktur ki keder ve humârı bulunmasın. Bu manâda müverrih Âli ne güzel söylemişdir:
Neşe ümid ettiğin sağar da senden gamlıdır
Bir dokun bin âh işit kâse-i fağfûrdan
“Onun için ke’s tabirinde gözetilen tam neş’e manası dünya kadehlerinde, dünya şaraplarında yoktur. Onlar bir neşeye bedel bin tahrib ile doludur. Bundan dolayı Kur’an’da dünya şarabı “şeytan işi pislik” diye tavsif edildiği halde ahiret şarabı “temiz şarab” olarak tavsif olunmuştur. Dünyada ancak mutlak bir iman, safi bir aşk neşesi ile ruhanî bir gaye halinde mülahaza olunabilir. Bunda zevk-i cismanîden zevk-i rûhanîye, hüsn-i fâni mirâtından cemâl-i mutlak şevkine geçen öyle derin ve lâyezâl bir neş’e-yi visâl vardır ki yolunda dünyadan geçilir, canlar fedâ edilir.
Canı canân istemiş vermemek olmaz ey dil
Ne niza’ eyleyelim ol ne senindir ne benim.
denilir. (7/5501-5502)
- Hüsn ü Aşk
Tin suresinde yer alan ahsen-i takvim, insanın en güzel şekilde yaratılması konusunu açıklayan, aşk ve sevda dolu bazı cümlelerini okuyalım:
“Şüphe yok ki bu güzelliği yalnız cirm-i sağirde, maddi şekl ü kıyafette arayan hata etmiş olur. Yüzler ne kadar yaldızlansa onda bir mehtap parıltısı olmaz. Fakat mehtabı gören göz, hüsn-i aşkı sezen bir öz vardır ki güzellik ondadır. Ma’şuklarını mâh-ı tâbândan, hurşid-i rahşândan daha güzel olarak tavsif eden şairlerin inleyen mâcerâ-yı aşkı hesaba gelmez. Şiirlerinde parlayan câzibe-i hüsn-i ân bile sade topraklara gömülmeğe mahkum maddi sûretin değil gönüllerde kaynaşan ruhânî bir tecellinin cilvesidir. Hüsn ü aşk zâhire dikilen bir sûret değil gönülde kaynayan bir manâdır.
Hayâliyle tesellidir gönül meyl-i visâl etmez
Gönülden özge bir yâr olduğun âşık hayâl etmez (8/5937)
- Pervane
Kâria suresinin 4. ayetini “O gün ki nâs çırpınıp yayılan pervaneler gibi olacak” şeklinde tercüme ettikten sonra devam ediyor: “Şiir ve edebiyatta pervane, kendisini ateşe atıncaya kadar şem’a ve şûleye düşkünlüğü sebebiyle fedâilikte mesel olmuştur. Nitekim Şeyh Sa’dî, feryâdıyla meşhur olan bülbüle, aşkı talim için;
Ey murg-ı seher aşk zi-pervâne biyâmûz
Kân suhtera can şûd u avâz neyâmed
Ey seher kuşu! Aşkı pervaneden öğren. Zira o yanmış suhtenin canı gitti de sesi çıkmadı. Yani sen de onun gibi can ver de feryâd edip durma! demiştir. Şüphe yok ki Sa’dî bununla bir ateşperestlik remzi değil aşk-ı ilâhide sabr u ihlas ile bir fedâkârlık misali kasdeylemiştir. Bu manâ ile bizim divan edebiyatında da nardan ziyade nur üzerine dönen pervaneye dair
Döner pervâne-âsâ başıma her ârif-i billâh
Dilim bezm-i hakikatte çerâğ-ı rûşen olmuşdur
gibi binlerce mazmun söylenmişdir.”
Allâme Muhammed Hamdi Efendi bir satırla mühim bir konuya daha dikkatimizi çekiyor: “Mevlid-i Nebevî’de Süleyman Efendi’nin
Bir aceb nur kim güneş pervânesi
mısraı da bunun en güzellerindendir.” (8/6027-6028)
- Zaman Nedir?
“Asra / zamana yemin olsun ki” diye başlayan Asr suresi vesilesiyle zaman nedir sorusuna cevap arayan eski, yeni düşünürlere temas ettikten sonra şöyle devam ediyor: “Onun için felâsife ve mütekellimin, zaman mevcut mudur, madum mudur, mevhum mudur? Bizim ona ilmimiz bedihi midir, intizâi midir diye bahisler etmişler durmuşlardır:
Mazi hayal manzar-ı âti henüz adem
Hal oynatır şuurumu bilmem nedir bu dem
Bir ân imiş meâli kitâb-ı vücudumun
Ömrüm şu gamküsârım olan satr-ı mürtesem
“Böyle vaktinin kıymetini bilmek manâsınadır ki sûfiyye ‘sûfî ibnü’l-vakt olmalıdır’ yani ömrünün ve bilhassa fiilen içinde bulunduğu vakt-i hâlin kıymetini bilmeli ve onunla yarın ahreti için ne kâr ne hayr edebilmek mümkün ise onu kazanmağa çalışmalıdır demişlerdir. Nasıl ki ‘bugünün yarını yoktur’ diye ahirete inanmayanlar da bilakis dünya zevkini sürerek gönüllerince kâm almak için ‘gün bugündür, saat bu saattir, ne yapacaksan şimdi yapmalıyız’ diyerek herçi bâd-âbâd vaktine uyup çıkarını çıkarmak manasına ibnü’z-zaman olmak, zaman geçince onunla beraber geçip gitmek isterler. Maksatları muhtelif olmakla beraber ikisi de:
Öğren rusûm-i asrı, lisanı, zemâneyi
Bak tab-i nâsa vakte münâsib tekellüm et
demeyi hoşlanırlar.” (8/6070-6071)
- Muasır Müşahit Hasımlar
Fil suresinde anlatılan küçücük Ebâbil kuşlarının Ebrehe’nin koca fil ordusunu yok etmesi kıssası vesilesiyle öne sürülen farklı görüş ve iddiaları geniş bir şekilde tahlil ettikten sonra bu tip olaylara “çağdışı masallar” diyenlere temas ederek şöyle diyor: “Hayat içinde bin dört yüz sene evvel olmuş bir vak’ayı bugün indî bir kıyas ile inkâr edivermek, masal deyip geçmek kolay gibi görünürse de onu bir yanlış tutmak için her cihetten fırsat gözetip duran muasır müşahit hasımlar müvacehesinde bî-pervâ haykırmak kolay değildir. O zaman Peygamber’e her taraftan gayz püsküren düşmanları bile ne inkâra ne te’vile sapmamışken bugünkü dostları içinde ona inanamayıp da te’vile kalkışanlara:
Düşman kadar olsun siper et sûret-i hakkı
Ey dost Hüseyn olmaz isen bari Yezid ol
denmez mi?”
- Şüphecilik
Son sure Nâs (insanlar) suresinin ayetlerini tefsir ederken ilk sure (Fâtiha) ve Bakara’nın ilk ayetleriyle irtibat kurarak Kur’an-ı Kerim’in bütünlüğüne işaret etmiştir. Bu ilâhî Kitâb’ın besmelenin “be”si ile başlayıp nâs kelimesinin “sin”i ile bitmesinden bes = yeter kelimesini üreten espiriyi de unutmamıştır:
Evvel u âhiri Kur’an niye bâ, sin geldi
Yani rehber iki âlemde bize Kur’an bes
Vesvese terimiyle ilgili ifadeleri şöyle: “…Halbuki insanın kendinden gelen veya az çok meyl u iradesine iktiran ettirilerek kendine yaptırtılan şer kendi şerridir. O ondan mesuldür. Ruhunu kirletmiş kendi kendine düşmanlık etmiş olur. Nefs-i insanînin en büyük âfeti işte böyle kendi içinden gelen fenalık, içindeki bozukluk, imansızlık, iradesizlik, himmetsizlik, yanlış anlayış, yanlış düşünüş, fena temayül, aldanış, basiretsizlik, kararsızlık hasılı bir kelime ile şüphecilik müvesvisliktir:
Mecruhu sanma cerh-i mücerreddir öldüren
Âfâtı bâtıniyyedir aslı musibetin” (8/6421-6422)
- Son
Geldik tefsirin sonuna. Müfessirimiz yıllarca süren mübarek faaliyetinin sonuna geldiğinde neler hissetti? Şanslıyız. Bu sorunun cevabı, muhteşem eserinin son sayfasını süslüyor:
“Bu abd-i âciz de hamd u tesbih ile O’nun lutf-i terbiyesine, feyz-i mülkine, inâyet-i ilâhiyyesine, rahmet u gufrânına sığınarak hem kendim hem milletim, ihvân-ı dinim hakkında vesveselerden azâde kalb-i selim ve vicdan-i müstakim ile o âkıbet-i hüsnâya tevfikini diler ve on iki seneden beri gece ve gündüz aşk-ı Hakk ile gözlerinden nokta be nokta eşk-i revân dökerek altmış senelik sahife-i hayatıma Kelâmullah’ın meâl ve tefsirini yazmağa çalışan hâme-i nâtüvânım bu noktada ‘Allah bes bakî heves’ diyerek hâtimeye vaz’ı imza etmek isterken râz-aşnâ-yı cûdi olmakdan bir an fâriğ kalmak istemiyen kalb-i nizârın da bu ibtihâl ile hatm-i mekâl eyler.
Geldim likana ermek için iş bu menzile
Haşret erenlerinle beni eyleyip kerem
Bir an imiş meâl-i kitab-i vücudumun
Ömrüm şu tercemanım olan satr-ı mürtesem
Levh-i rızaya yazdır İlâhî bu satırımı
Her dem nevâ-yı hamdini kaydeylesin kalem” (8/6432)
- Tarih
Kâinatta olup biten olaylara, yapılan işlere / binalara tarih düşürmek de bizim kültür tarihimizin geleneklerinden biridir. Muhammed Hamdi Yazır da seksen iki yıl önce bu geleneğe uygun olarak eserinin bitirilişine kendisi tarih düşürmüştür:
Elhamdülillah Hamdi tamam bu
Tarihe “ Nûr-i Tefsir-i Kur’ân” 1357
12 Cümadelâhire /8 Ağustos 1938 (8/6432-6433)
- Bizim onun ufülüne düşürdüğümüz tarih ise şudur:
Bilenler bunu bilir
Âhir gelir ekâbir
Geldi kırklar söyledi:
Hû “HATTAT ÂLİM ŞÂİR” 1361
Kaynakça:
[1] İstanbul, 1952.
[2] Kardeşi, Kalem Güzeli’nin yazarı Mahmud Bedreddin Yazır hattattır. Ağabeyinin tefsirini baştan sona yazmıştır. Bu muhteşem yadigâr 2016 yılında Diyanet İşleri Başkanlığınca basılmıştır.
[3] Cumhuriyet döneminde müfessir ve tefsiri üzerinde yapılan tezler ve kaleme alınan yüzlerce makale için bk. Ahmet Sait Sıcak-Recep Bilgin, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır ve Eserleri Hakkında Yapılmış Çalışmalar Bibliyografyası, Turkish Studies Comparative Religious Studies Üsküp – Ankara, 2019 Volume 14.
[4] Tefsirin doksan yıllık macerası için ayrıca bk. M. Kara, Kalem Kitap Kütüphane, Bursa, 2019, 131 vd.
[5] Hzn. Ahmet Naim – Kâmil Miras,
[6] Tefsirin tasavvufî rengi için bk. M. Kara, Dervişin Hayatı Sûfinin Kelâmı, s. 325 vd.
[7] Fransız felsefe tarihçisi Paul Janet ve Gabriel Sealles tarafından yazılan Histoire de la philosophie adlı eseri Metalib ve Mezâhib / Tahlilî Tarih-i Felsefe adıyla tercüme etmiştir. İstanbul, 1341.
[8] Başlıklar bize aittir.
[9] Nşr. Mertol Tulum, İstanbul, 2015.
[10] c. 1, s. 7.
[11] Müfessirimiz iktibas ettiği mısra ve beyitlerin sahiplerini bazen zikretmiş bazen zikretmemiştir. Bu konuda Necdet Şengün’ün makalesine bakılabilir: Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili Adlı Tefsirindeki Türkçe Şiirlerin Değerlendirilmesi, İSTEM, s. 9 (2007).
[12] Bu dörtlükle ilk defa, 1965 yılında İstanbul İmam Hatip Okulu’nun ikinci sınıfında okurken Akaid dersimize giren Halil Ziya Erce’nin tutturduğu notlarda karşılaştım. O gün bugün ezberimdedir.
[13] Nşr. Kilisli Muallim Rifat, İstanbul, 1333-1335.
[14] Birinci mısra şöyledir : Şeb-i yeldâ-yı müneccimle muvakkit ne bilur
[15] Mehmet Akif’in 1925’de Mısır / Hilvan’da iken “Vahdet” isimli bu şiir Safahat’ın 7. Kitabı Gölgeler’de yer almaktadır.