Bayram’a Ermek

0

Zaman da mahlûktur; gelip geçer… Sayılı günler biter.  Fakat her bitiş, beraberinde yeni başlangıçları da getirir. Ramazan, içinden geçtiğimiz şu sıkıntılı günlerde geldi, hanelerimize bir nebze de olsa şenlik sundu ve şimdi gidiyor…

Biz bu senenin Ramazan’ını “mahzun” olarak nitelendirdik. Zira hayatımızda ilk defa, camiden ve cemaatten mahrum bir Ramazan mevsimi yaşadık. Mukabele okumalarından, teravih namazlarından ve iftar buluşmalarından mahrum kaldık. Sofralarımıza dostları buyur edemedik… Halleşip dertleşme imkânımız olmadı. Kanaatlerimiz, meselelere bakışımız, hadiseleri ele alış biçimimiz ve iş hayatımızda belirgin değişiklikler yaşadık. Sofra kültürümüz, ziyaret anlayışımız ve misafir kabul alışkanlığımız değişti. Velhasıl iftar sofrasında cem olup halleşemedik.

Dahası, mahyalarımız da değişti. Minarelerden verilen mesajlar, Bilim Kurulu’nun işini kolaylaştırıcı cümlelerden oluşuyordu… Hatırlayalım, neler vardı mahyalarda? İşte birkaç mahya: “Evde kal Türkiye”, “Evde kal, sağlıklı kal…”, “Bedenin de sana emanettir”,  “Komşunu tehlikeye atma” ve “Yâ Şâfi”.

Dil değişir. Eğer dil değişip zamana uygun bir mana inşa etmez ise, hayat ırmağı tıkanır kalır… Sellere, felaketlere sebep olur.  Bu Ramazan, sadece “mahzun” değil, “değiştirip dönüştüren” ve “hâlden hâle tebdil” eden bir özelliğe sahipti.

Bu değişimin sosyolojik analizleri mutlaka yapılmalı. İçinden geçilen süreç, bizden neler götürdü? Neler getirdi? Bu iki temel soru etrafında düşünmek ve yarına ilişkin bir strateji geliştirmek durumundayız. Fakihler, yarını inşa sadedinde düşüncenin önünü ne kadar açacaklar? Bunu da bilemiyorum, ama karantina sürecinde uygulanan zaruretler fıkhı toplumun önünü açmıştır. Diyanet, hastalığın geniş kitlelere yayılmasını önleyen tedbirler aldı. Bunda da başarılı oldu. Şimdi, yarına ilişkin tasarımlarda bulunmak, geleceğe dair bir perspektif inşa etmek durumundayız.

Sufiler, “Celâl içre Cemâl saklıdır” derler. Bazen, “Kahrın içinde Lütuf varıdır” da diyenler olmuştur. Bu cümleler, bize yaşanan mahzunluğun içinde sırlanan süruru, neşeyi görme çabasında olmamızı telkin eder. Meseleye buradan bakınca, gönlümüzü şenlendiren nice güzelliklere mazhar olduğumuzu görüyoruz. Mesela, çocuklarımızla baş başa kalmak bir hediye değil midir? Evet, modern hayatın talepleri içerisinde oradan oraya savrulan insanların, zorunlu da olsa durup, sakin sakin hanesinde, çoluk çocuğuyla bir kutlu mevsim geçirmesi bir hediyedir. Eskilerin “lüzumu’l-beyt” diye nitelendirdikleri “evde kalma” hâlini zorunlu da olsa yaşamamız, bilhassa ilim ve sanat insanları için bir hediyedir. Bu bir bakıma, “zorunlu yalnızlık” tır.  Bu yalnızlığı biz istemedik; önümüze düştü… Ama zorunlu da olsa köşemize çekilmenin, kalabalıklardan, akıp giden zaman aralığından kurtulup, muhasebe yapmamıza fırsat sunduğu aşikârdır. Nitekim Ramazan, kenara çekilme mevsimi değil midir? Evet, kenara çekilme ve muhasebe mevsimi.

Şimdi o mahzun, değiştirip dönüştüren ve hâlden hâle tebdil eden bu muhasebe mevsimine veda zamanı geldi… Niyâzî-i Mısrî’nin ifadesiyle söyleyelim:

Yine firkat nârına yandı cihân

Hasretâ gitti mübârek Ramazân

Nûruyla bulmuştu âlem yeni cân

Firkatâ gitti mübârek Ramazân

Şimdi mahzun Ramazan’a elveda diyoruz, Bayram’ı düşünüyoruz… Ama şunu da biliyoruz ki, bu Bayram da tıpkı Ramazan gibi “mahzun” olacak. Niçin böyle diyorum? Böyle diyorum, zira Bayram’ın münderecatına uygun bir kavuşma süreci yaşayamayacağız. En temel mesele sağlığı korumaktır; o sebepten mesafeyi koruyarak bu bayramı idrak edeceğiz. Neler olacak? Her zamanki gibi hazırlıklarımızı yapacağız. Belki arife günü, mezar ziyaretlerine de gidemeyeceğiz; lakin bu ziyareti, evimizde okuyacağımız sureler ve edeceğimiz dualarla manen gerçekleştirmiş olacağız. Keza Bayram Namazı kılamayacağız; ama o saatlerde minarelerden teşrik tekbirleri getirilebilir mi? Bilemiyorum; bunun bir ihtiyaç olup olmayacağını Diyanet kendi bünyesinde değerlendirecektir. Fakat ne olursa olsun, Bayram’da gönül almaya, gönül diliyle eşi dostu aramaya, hal ve hatır sormaya gayret edeceğiz… Mesafeleri, gönülden kopup gelen sevgi cümleleri azaltacak; engelleri, bir tatlı tebessüm, hoş bir iltifat ve yerinde bir takdir cümlesi aşacaktır.

Mahzun Ramazan’ın mahzun Bayram’ı, çocuklar şeker toplayamayacak, tatlılar ikram edilemeyecek, kahveler içilemeyecek, sohbetler yapılamayacak… Ama gam değil. Önce sağlık, önce insan diyecek ve kendimize mahsus yollarla bu mahzunluğu sevince tebdil edeceğiz. Ne mi yapacağız? Evvelce de dediğim gibi, dile, gönül diline yükleyeceğiz tüm o tatlı ikramlarını… Muhabbetle aşacağız tüm engelleri. İşte tam da burada Erzurumlu “bilge şair” Muhammet Lütfi Efendi’ye kulak vereceğiz. Ne demişti şair? Şunu söylemişti:

 Mevlâ bizi afv ede

Gör ne güzel ıyd olur

Cürm ü hatâlar gide

Bayram o bayram olur

 

Merhamet ede Rahîm

Dermânı vere Hakîm

Lutfede lutf-i Kadîm

Bayram o bayram olur

Şiirin devamını, elbette siz bulur okursunuz. Ama buradaki mana bize kutlu bir çıkış sunuyor. Bayram, diyor şair, hakiki bayram Hakk’ın bizi affettiği zamandır… Biz, günah ve kusurlarımızın oluşturduğu manevi yüklerden kurtulduğumuzda gerçek bayrama ermiş olacağız. Bu nasıl olacak? Elbette tövbe ve istiğfar edecek, yakaracağız… Ne var ki, asıl kurtuluş, “merhametlilerin en merhametlisi”,  er-Rahîm olan Allah’ın merhamet etmesiyle olacak. Derdimize aradığımız dermanı, el-Hakîm olan Rabbimiz bize sununca gerçek bayrama ereceğiz. O bize dermanı nasıl sunar? Elbette bu soruya farklı disiplinlerden hareketle cevap aranabilir. Lakin biz, şu yaşanan sıkıntılı zamanları dikkate alarak, Rabbimizin laboratuvarında insanlığa şifa sunmak için çabalayan ilim adamının gönlüne çıkış yolarını ilham etmesini niyaz edelim.

Evet, bu Bayram “dua” ve “niyaz” bayramıdır. Hep birlikte, o aranan şifanın bulunması için dua edelim. Dua edelim de aşı bulunsun, görülemeyen düşmana karşı tedbirler alınsın… Dua edelim, aynı zamanda toplum huzurunu ve güvenini inşa için, umudu konuşalım, iyiliği ve güzellikleri. Kırıcı, dışlayıcı, meydan okuyucu, ezici ve yok sayıcı, düşmanlığı ve ayrılıkları teşvik edici dil, işte o insanlığı esir alan, görülemeyen virüsten daha şiddetli, daha tahripkârdır. Velhasıl Bayram hanemizdeki huzuru, gönlümüzdeki şenliği bereketli eylesin… Bayramınız mübarek olsun.

Önceki İçerik“Yeni Bir Siyaset İçin Felsefe”nin İmkânı
Sonraki İçerikMesnevîhân Ahmed Cevdet Paşa
Prof. Dr. Bilal Kemikli, Sivas’ta doğdu. Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde tamamladı, 1998'de doktor, 2002'de doçent ve 2008'de profesörlüğe yükseltildi. Ankara, Yüzüncü Yıl, Süleyman Demirel ve Bursa Uludağ Üniversitelerinde öğretim üyesi ve idareci olarak görev yapan Prof. Kemikli, DPÜ İlahiyat Fakültesi’nin kurulmasına kurucu dekanı olarak öncülük etti. Halen Bursa Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı olarak çalışmalarını sürdüren yazar, akademik yayınların yanında kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde inceleme, eleştiri ve deneme yazıları yayımladı. Bir süre TRT Türkiye’nin Sesi Radyosu’nda Çocuklar İçin adlı programı hazırlayıp sundu. Bazı TRT Belgesellerinde danışman ve metin yazarı olarak görev yaptı.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here