(ö. 9 Temmuz 1974)
28 Ocak 1895’te İstanbul Beykoz’da doğdu. Balıkesir İdâdîsi’nde bir süre okudu. Burada Saraybosnalı Müderris Mahmud Neci Efendi’den ders aldı. Babasının kadılık görevlerine bağlı olarak İstanbul, Isparta ve Medine’deki Rüşdiye’lere devam etti. Medine’de Arapça öğrendi. İstanbul’a döndükten sonra iki yıl Vefâ İdâdîsi’nde okudu. 1916 yılında Ankara’da Sultânî’den mezun oldu. Ankara’da Mehmet Âkif Bey’le Farsça, Fransızca ve Edebiyat çalıştı, bu dallarda ondan edebi metinler okudu. Ferit Kam Bey’den de ilmen yararlandı. Bu süreçte bir yandan hocalık-öğretmenlik yaparken bir yandan da Büyük Millet Meclisi’nde Zabıt Kâtibi, Zabıt Mümeyyizi ve İkinci Grup Şefi unvanıyla dört yıl çalıştı. 16 Aralık 1924’te Sultanselim’deki İmam Hatip Mektebi’nin tarih hocalığına tayin edildi. Bu safhada Ankara’dan İstanbul’a intikalinin sebebi, Edebiyat Fakültesi’ndeki tahsiline devam edebilme imkânına sahip olabilmesiydi. Öğretmenlik göreviyle birlikte devam eden fakülte tahsilini tamamlayarak Edebiyat Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Nişantaşı Erkek Orta Mektebi Müdürlüğü’ne tayin edildi. Onun Edebiyat Fakültesi mezunu olarak esas alanı, “Eski Türk Edebiyatı” olup bu sahanın dünya çapında önde gelen isimleri arasında olduğu söylenir. Merhum Tayyip Okiç Beyefendi de onun bu yönünü çok takdir edenler arasındaydı. –Edremit Ortaokulu Müdürlüğü ve Haydar Paşa Lisesi Edebiyat Öğretmenliği de dâhil- uzun süren müdürlük ve öğretmenlik yıllarından sonra Çamlıca Kız Lisesi Edebiyat Öğretmeni iken 1960 Ocak ayında emekli oldu. 1664-1968 Öğretim yıllarında benim de öğrencisi olmaktan bahtiyar olduğum Merhum Mâhir İz Hocamız, 1960-1970 yılları arasında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde “İslâmî Edebiyat ve Tasavvuf Tarihi” hocalığı görevini yürüttü. O dönemde Diyanet İşleri Başkanlığı’nca hazırlatılan “Kurân-ı Kerîm ve Türkçe Anlamı” çalışmasında redaksiyon heyetine başkanlık yaptı. 1965-1968 Yılları arasında Özel Fatih Koleji’nin kurucu müdürlüğünü yaptı. 9 Temmuz 1974’te vefat eden hocamız, İstanbul’da Sahrayıcedid Mezarlığı’na defnedildi.
Merhum Mâhir Hoca’nın babası Seyyid Abdülhalim Efendi, Külâhîzâdeler diye bilinen ilmiyeye mensup bir ailedendir. Annesi Râife Hanım ise, kadı ve şeyhulislâmlar yetiştirmiş Erzurumlu Çelebizâdeler ailesine mensuptur. Merhum Hocamız, Halıcıoğlu Askerî Lisesi’nde görev yapan Muhiddin Raif Bey’in kızı Fatma Mihrinur Hanım’la evlenmiştir.
Babasının Medine kadılığı yıllarında Mâhir Hoca’nın bize aktardığı güzel bir gençlik hatırası vardır. Hocamızın aktardığına göre Harem-i Şerîf’te sabah namazını en erken vakitte Şâfiî’ler kılarmış. Sonra Mâlikîler kılarmış, sonra da Hanefîler daha büyük bir kalabalıkla kendi mihrablarında eda ederlermiş. Mâhir Hoca, Medine yıllarında sabah namazı için Mescid-i Nebevî’ye gidince sıra ile üçünü de kılarmış… Bunu aktardıktan sonra Merhum: “Tabii bu üç namazdan ikisi nafile olurdu” diyor. Ayrıca Mâhir Hoca, “1908 Meşrutiyet Inkılâbı’nın kendileri Medine’de iken vuku bulduğunu ve şenlik yapıldığını, tebdil-i saltanatla donanmaların olduğunu, Kânûn-i Esâsî ilân edilince şehrâyin (şenlik) yapıldığını, Hicaz demiryolu Şam’dan Medine’ye ulaşınca yine ilan-ı sürûr ve şâdmanî edildiğini” söylüyor.
Mâhir Hoca, Ankara Sultânîsi döneminde ve İstanbul’da Edebiyat Fakültesi’nde devrin meşhur hocalarından feyz almışsa da onun yetişmesinde Saraybosnalı Müderris Mahmud Neci Efendi’nin ayrı bir yeri olup, şu cümleleriyle yâdederek hocasına olan vefakârlığını göstermiştir: “On dört defa bedel-i hacca giden fevkalâde ve âlim olan aziz üstadıma sâye-i Resûlillâh’ta bütün feyzimi medyunum. Daima her vesile ile Hakk’ın rahmet ve mağfiretini kendisine niyaz ederim, makamı cennât-ı âliyât olsun. O kadar derin ve engin safiyeti vardı ki, herkese inanırdı.” Özellikle babasının kadılık vazifesi sebebiyle 13 yaşlarında gitmiş olduğu Medine’de bir taraftan Rüşdiye Mektebin’e giderken, diğer taraftan ömrü boyunca minnettarlığını ifade ettiği hocasından Arap Dili ve Edebiyatı başta olmak üzere çeşitli dinî dersler almış, dinî muhtevalı kitaplar okumuştur.
30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’nden sonra düşmanın topyekün hücumuyla memleketin büyük sarsıntı geçirdiği ve Mâhir İz hocamızın “Üstadım!” dediği Mehmet Âkif’in “Ben böyle bakıp durmayacaktım dili bağlı / İslâm’ı uyandırmak için haykıracaktım” dediği mâtem ve hüzün günlerinde Ankara’daki öğretmenler bir toplantı yaparak düşman saldırılarına karşı durabilmek için neler yapılabileceğini konuşmuşlar ve Mâhir Hoca’nın önerisiyle “AZM-İ MİLLΔ adıyla bir teşkilâtın kurulmasına karar vermişlerdir. Bu Cemiyet, halkın cesaretinin artırılması için çeşitli faaliyetler gerçekleştirmiştir. Mâhir Hoca, Celâl Hoca’nın samimi gayretleri neticesinde Tevfik İleri tarafından açılan İstanbul İmam Hatip Okulu’nda 1958-1959 yıllarında hem idareci hem de öğretmen olarak görev yapmıştır. Keza Tevfik İleri’nin de katılarak bir konuşma yaptığı 23 Nisan 1951 – Türkiye Öğretmen Dernekleri Birliği tarafından düzenlenen Ahlâk Kongresi’nde varılan karara göre tahsil hayatını sürdüren öğrecilere kazandırılacak Ahlâk İlkeleri’ni Tespit Komisyonu’nda Orhan Şaik Gökyay, Cahit Okurer, Kemal Or, Nurettin Topçu ve Halil Özcan gibi zevatla billikte Mâhir İz Hoca da bulunmuştur.
Mâhir İz Hoca’ya dair bir yazıda üzerinde durulması gereken en önemli husûsiyetlerin başında hocalığı-öğretmenliği gelir. Onu tanıyan herkesin ortak tespitine ve gözlemlerine göre: “Güzel ahlâkı, sevgiyi, saygıyı, doğruluğu, iyiliği, barışı ve bütün güzel şeyleri öğrenciye benimsetebilmek, özümsetebilmek ve o günün şartlarında fiiliyata dökebilmek için öğrenciyi ilmik ilmik dokuyan ve adeta öğretmenliğe kutsiyet atfeden bir kişiliği” vardı Mâhir Hoca’nın… O, ömrü boyunca Resûl-i Müctebâ’nın (as.) “Ben ancak bir muallim olarak gönderildim” hadisini baş tâcı edinmiş, meslekî hayatı boyunca bu ilkeyi gönlüne ışık yapmıştır. Şu söz kendisine aittir: “Kıyamet günü Rabbim bana ‘Ey kulum! Dünya hayatına tekrar geri dönecek olsan ne olmayı isterdin?’ diye sorsa ‘Öğretmen olmak isterdim Yâ Rabbî!’ derdim. Rabbim bu soruyu bana bin kere soracak olsa, yine de ‘öğretmen olmak isterdim’ diye cevap verirdim.” Onun öğretmenlik mesleğine, daha doğrusu başta öğrenciler olmak üzere insanlara doğru ve güzel bir şeyi, sâlih olan bir davranışı öğretmenin önemine verdiği değer münasebetiyle mezar taşına “MUALLİM MAHİR İZ” yazılmıştır. Onun muallimlik husûsiyetini Kemal Edip Merhum şu beytinde ne güzel anlatmış: “Bir melek-sîret, velî-haslet mübârek zat idi / Zümre-i ta‘lim övünsün böyle bir insan ile”. Talebelerinin kendileriyle neredeyse aile fertlerine nazaran daha ziyade ilgilendiğini hatırlatmaları üzerine söylemiş olduğu sözü de öğretmenliğin olmazsa olmazı olan talebelerine ne kadar önem verdiğini göstermektedir: “… Bir hoca için talebe, evlâttan daha evlâdır!.. En hayırlı vâris, talebedir!.. Evlât, idealini süistimal edebilir ama talebe etmez!.. Senin amel-i sâlihîni evlâttan ziyade talebe devam ettirir…” Bu sebeple olmalı ki Mâhir İz Hocamız hakikaten öğrencilerinin gönlünde unutulmaz hatıralar ve derin izler bırakabilmiştir.
Size şu kadarını söyleyeyim. 1968 Yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nden mezun olduktan sonra Ankara’da Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’nde çektiğimiz kurada bana Biga İmam Hatip Lisesi çıkmıştı. Üç yıl Biga İmam Hatip Lisesi’nde görev yaptım. Biga’yı çok sevdim ve Bigalılar’ın İmam Hatip Lisesi’ne gösterdikleri yoğun ilgiyi de hep minnetle anarım. Biga İmam Hatip Lisesi hatıralarım yüzlerce sayfaya ulaşabilir. Ama ben burada Merhum Mâhir İz hocamızla ilgili bir şey söylemek istiyorum. Biga’da öğretmen olarak görev yaptığım yıllarda yani 1960’lı yılların sonlarında -yaşı müsait olanlar bilirler- bayramlarda küçücük boyutlu tebrik kartları ve aynı boyutta zarflar olurdu. Ben bazı hocalarım yanında özellikle Mâhir Hocamıza tebrik atardım. Hilâfsız o, hiçbir bayram tebriğimi karşılıksız bırakmadı. Kendisi bir Osmanlıca sevdalısıydı ve Osmanlıca’yı fevkalâde ustalıkla konuşur ve yazardı. Bana gönderdiği cevabi tebriklerin hepsini eski Türkçe dediğimiz Osmanlıca yazmıştı. Bu tebriklerde yazısının güzelliği kadar dikkatimi çeken başka bir husus, görev yerindeki meslektaşlarımın da bayramlarını tebrik etmesi ve uzaklardan onları da selâmlamasıydı. Ne diyelim, o bir insân-ı kâmil idi, insan sarrafı idi, dost gönüllü biriydi. Talebelerini de arandığı sürece hiç cevapsız bırakmazdı… Darısı bizlerin başına… Bu arada söz konusu irtibatın sürdürülmesini şimdiki gibi kolay bir iş sanmayalım. Şimdi istediğinizle anında cep telefonuyla görüşüp konuşabiliyorsunuz. Ama burada bahsi geçen yıllarda tebrik kartını itina ile yazmak, zarfın içine koymak, zarfın üzerine gönderilecek yerin adresini yazmak ve postaneye gidip postaya vermek söz konusuydu. İşte Merhum Hocamız bu zor işi göğüslüyor ve öğrencileriyle bağlantısını mezuniyetten sonraki çalışma yıllarında da sürdürüyordu.
Uludağ Üniversitesi Bursa İlâhiyât Fakültesi’nden üçü de emekli Olan Hüseyin Algül, Osman Çetin ve Mustafa Öztürk hocalar İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde 1964-1968 yılları arasında Mâhir Hoca’nın öğrencisi olmuşlardır. Evet… Cenâb-ı Hak muallimliğini aşk u şevk ve cûş ü hurûşla yapan bu zata öğrenci olma tâlihini bizlere lutfetmiştir. Bu sebeple bu konuda birkaç şey kaydetmeme izin veriniz. Efendim… Biz öğrenciler, Mâhir Hoca’nın dersini adeta iple çekerdik. Tasavvufa dair konuları ilmî olduğu kadar aynı zamanda öyle coşkulu anlatırdı ki onu dinlerken hem öğrenir, hem duygulanır, hem de heyecanlanırdık. Dâvûdî bir sesi vardı. Sesinin tizi de toktu ve kulak tırmalamayan bir tatlılığa sahipti. Konunun anlatımına ve verilmek istenen mesaja göre sesini müthiş bir ustalıkla dalgalandırabilirdi ve bu durum biz öğrencilerin bütünüyle konuya odaklanmamızı sağlardı. İşin en ilginç yanı, Hocamızın hafızasında mevcut olan yüzlerce hatta binlerce Arabî, Fârisî, Türkî rubaîleri ve beyitleri konulara göre zihninde seri bir şekilde tasnif edip konuya destek olanları öne rahatlıkla çıkarabilmesiydi. Şunu da eklemeliyim ki, şahsen ben, ömrümde dersinin sunumunu yaparken Mâhir Hoca kadar beden dilini ustaca kullanabilen bir başka muallim görmedim, tanımadım. Bu sebeple özellikle çok çok önem taşıyan konularda bakışları ve parmak hareketleri, sözlerinden daha tesirli olabiliyordu. Bir de şu özelliğini sizlerle paylaşmak isterim. Merhum, tasavvuf konuları içinden bir noktayı yakalayarak sık sık meseleyi cemiyet hayatına ve ömrü boyunca rüyası olarak bilinen amel-i sâlih konularına girer; ses tonunu, telâffuz ustalığını ve beden dilini bir araya getirerek bizleri konuya adeta mıhlardı.
Söz buraya gelmişken şimdi sizlerle onun yetiştirdiği tanınmış tasavvuf hocalarından merhum Selçuk Eraydın’ın Mâhir Hoca’ya dair bir değerlendirmesini paylaşmak istiyorum: “Onun sınıf kürsüsünde ayakta sağ elini havaya kaldırmış bir durumda pür heyecan şu cümleleri söylediğini her an duyar gibi oluyorum: ‘Din cemiyet dinidir. Müslüman, başkasının elinden tutan insan demektir. Hakk’ın rızası, kulun rızasına bağlıdır. Allah’ı memnun etmek için kulu memnun etmek lâzımdır. Herkes bildiğini başkasına öğretmekle mükelleftir. Bu bir şükran borcudur. Her nimetin şükrü kendi cinsiyle eda edilebilir.’ ”
Mâhir Hoca tevazuu ile tanınan, “insanların arasında bir insan olmak gerek” tarzında düşünen, tutum ve davranışlarını bu ölçüyle ayarlayan bir zât-ı muhterem idi. Onunla mezuniyetten sonra da irtibatını devam ettiren Selçuk Eraydın ve Mustafa Uzun gibi ilim adamlarının tanıklığına göre Merhum Hoca, kul hakkına çok riayet ederdi, bu konuda çok hassastı. Öyle ki onunla irtibatlarını devam ettiren tüm ilim adamları arasında özellikle vaktiyle bizim gibi öğrencisi olanlar mektup atmak, kitap göndermek için postaneye bile gitseler yol paralarını fazlasıyla ödediğini, bu konuda “zaten yolumuzun üstü vermeseniz olmaz mı?” diye itiraz etseler de ödemekte ısrarlı davrandığını söylerler. Onun zekât konusundaki duyarlılığı da biraz kul hakkıyla alâkalı olsa gerektir. Mustafa Uzun Hoca’nın anlattığına göre göreve başladığı ilk ay maaşını almadan önce Mâhir Hoca kendisine “maaşı aldığında yanına gelmesini” söylüyor. O da maaşını alınca Hoca’nın yanına gidiyor. Hoca da ona yüzde iki buçuğunu ayırıp hemen zekâtını vermesini tavsiye ediyor. Mustafa Bey, Hocaya “kendisinin henüz zekât verme şartlarını dinî ölçüye göre tam taşımadığını” söylese de Hoca’nın kendisine verdiği o meşhur cevap şudur: “Sen memur adamsın. Ayın on beşine varmadan maaşın biter. Nisab-ı şer’îyi beklersen ömür boyu zekât veremezsin. Oysa fakir-fukaranın buna ihtiyacı var.”
Abartmış olmayalım ama bu söz üzerine en azından bir makale yazılabilir, hatta daha fazlası… Çünkü Hoca’nın derdi, sırf zekât vermek değil… Zekâtı vesile edinerek fakir-fukaraya ulaşmak… Eline geçen üç-beş kuruş bile olsa kendi evinin giderlerini karşılamayı planladığı gibi muhtaçların mutfaklarını, sofralarını da düşünmek. Ele geçen maddî varlığın sevincine fukarayı da ortak etmek… Bu ne asil düşünce… Şahsen ben sağlığında çeşitli vesilelerle Merhum Hocamızın yetiştirdiği değerli ilim adamlarından Selçuk Eraydın Hoca ile zaman zaman görüşmelerim olmuştur. Merhum Selçuk Hoca da Mâhir Hoca’nın, “maaşın alındığı gün şahsımıza harcama yapmadan yüzde iki buçuğunu ihtiyaç sahiplerine ulaştırmak hususundaki hassasiyetin” den sıkça bahsederdi.
Şimdi paylaşacağım husus da yine Merhum’un ictimâî hayatta başkalarını düşünmeye ne kadar önem verdiğiyle ilgilidir. Mustafa Uzun Hoca’nın nakline göre bir gün Mâhir Hoca’nın sohbetini dinlerken talebe arkadaşlardan biri: “Hocam! Anadolu’da ‘Kıl beşi kurtar başı’ diye bir söz var ne dersiniz?” deyince, Merhum Hoca şu cevabı vermiş: “Evlâdım, o öyle olmaz; kıl beşi kurtar başı… Ye helâl aşı, yap her güzel işi, ol müminin kardeşi, kurtar başı…” (böyle olur…)
Görüldüğü gibi Hoca’nın tüm sözleri aynı yere, aynı adrese ulaşıyor; toplum, mahalle, komşu, insan… Yediğimiz helâl değilse, işlerimiz güzel (doğru-dürüst-sağlam) değilse, inananlarla din kardeşliği şuuruna sahip değilsek, beşi kılmak, başı kurtarmıyor… Beşi kılmakla yükümlü olmamızın amacı helâle ulaşmak, haramdan uzaklaşmak, mümini kardeş bilip derdiyle ilgilenmek, aklen dinen güzel olan şeye yönelmek, aklen dinen çirkin olan şeylerden kaçınmaktır. Ona göre dinin özü, “güzel, iyi ve yerinde olan” anlamında kullanılan “amel-i sâlih” i arayıp bulmaktır. Bu arayış, zamanın ve şartların icaplarına göre değişebilir. Ama amel-i sâlih arayışı değişmez. Meselâ bir genel kural olarak “zenginler için amel-i sâlih, kendisi gibi zenginlere ziyafet vermek değil, yoksulları doyurmak”tır. Yine Hoca’ya göre maddî imkânları elverişli olanlar, hac ibadetini bir kere yerine getirmiş iseler, tekrar hacca gitmek yerine, yoksulların ihtiyacını gidermekle ilgilenmelidirler.
Onun Cemiyet hizmetleri ve amel-i sâlih anlayışının bir gereği olarak çeşitli hizmet kuruluşlarında görev aldığı da bilinmektedir. Azm-i Millî Cemiyeti, Muallimler Cemiyeti, İlim Yayma Cemiyeti, İslâmî İlimler Araştırma Vakfı, Millî Kültür Vakfı bunlar arasında gelmektedir.
“Tasavvuf (1969), Din ve Cemiyet (1972), Yılların İzi (1972), Üstadım Mehmet Âkif (1972)” gibi telif eserleri olan Mâhir İz Hocamızla ilgili birçok ilim adamının kanâatları ve yorumları varsa da ben bu muhtasar çalışmayı merhum Ahmet Kabaklı’nın onun hakkındaki mufassal bir değerlendirmesiyle tamamlıyorum. Kabaklı Hoca onun hakkında şöyle diyor: “Ne kadar çok seveni vardı; çünkü o ne kadar çok insan severdi. Millet, devlet, din namına en ufak bir meziyetiniz, gayretiniz mi var; onun gözünde devdiniz. Sizi sanki Peygamberi Zîşân, nizâm-i âleme memur etmişti. Öylesine gönülden büyültüş ile sever, teşvik ederdi. İnanmış, vatansever adam feragatinin kâmil nümûnesi idi. Tutmaya gücü yetiyorsa eğer, elinden tutmadığı genç – yaşlı değerler yok gibiydi. Gözünün bakışına vururdu sevgisi; mektuplarında, yazılarında satırlara sinerdi. Osmanlı Türkleri’nin efendiliği; levent endâmı, gür sesi, imanı, azmi ve tevâzuu ile Mâhir Hoca’da şekillenmiş, canlanmış, aramızda salınmış idi. Sohbeti nutuk olurdu, nutku sohbet; içeriden konuşurdu. İçerisinden cevherler keşfeder, onları bulur, dinleyenlere cömertçe sunardı. Onun yanında kuvvetimiz artar, iltifatına mahcubiyetten dilimiz tutulurdu.. Aramızda bir tarihî, bir hatıralar kaynağı, memleketin geçirdiği tezebzüblerden (karışıklık, kararsızlık) bir içi buruk adam yaşardı bilirdik. Ama o büyük ve temiz dünyasını sürdürür, bizlerde yaşatmak isterdi. Hakkıyla mürebbi, gerçekten hoca öğretmendi. Ona bakar, onu dinler; Mehmet Âkif’in ne demek olduğunu anlardık. Bize Âkif’ten müstesna bir yadigârdı. Tarihin içyüzünü, kahramanlarını, korkakları, doğru ve yanlışları ile yaşamıştı, bilirdi.”[1]
Son söz Merhum Mâhir Hoca’nın: “Sadece eliyle çalışan, ameledir. Eli ve kafası ile çalışan, ustadır. Eli, kafası ve kalbi ile çalışan, sanatkârdır.”
O, sanatkâr bir muallimdi… Ruhu şâd olsun! Nur içinde yatsın!.. Talebeleri ve sevenleri olarak onu rahmetle minnetle anıyoruz.
Bibliyografya
Mâhir İz, Tasavvuf (1969), Kitabevi Yayınları, İstanbul 2000.
Mâhir İz, Din ve Cemiyet (1972), Kitabevi Yayınları, İstanbul 1998.
Mâhir İz, Yılların İzi (1972), Kitabevi Yayınları, İstanbul 2015.
Mâhir İz, Üstadım Mehmet Âkif (1972), Haz. M. Ertuğrul Düzdağ, Bağcılar Belediyesi Yayınları, İstanbul 2014.
Bir Güzel İnsan Mâhir İz, Haz. Tahsin Yıldırım, ÖNDER – İmam Hatipliler Derneği, İstanbul 2017.
Medeniyet Köprüsü: Beş Şehirli, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü, Ankara 2015. (s. 113-140)
Kaynakça
[1] Bir Güzel İnsan Mâhir İz, Haz. Tahsin Yıldırım, ÖNDER – İmam Hatipliler Derneği, İstanbul 2017, s. 68-69. Not: Merhum Mâhir İz Hocamız, Osmanlıca’ya fevkalâde hâkimdi. Onun bu yönünü daha net anlayabilmek için bk. Medeniyet Köprüsü: Beş Şehirli, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü, Ankara 2015., kitabın son yaprağı-çift sayfa (Mehmet Âkif’e yazdığı ve Âkif’in de cevabi mektubu).