Felsefe ve İlahiyat

1

Bu yazının başlığını ‘Felsefe ve İlahiyatta Hoca Olmak’ şeklinde koymak isterdim. Ancak burada amacım, akıl temelli (felsefe) ve vahiy temelli (ilahiyat) ilimlere kısa bir atf-ı nazar etmek olduğu için, bu başlığın daha yerinde olduğunu düşünüyorum. İlkokul, ortaöğretim ve lisans yıllarındaki tahsil hayatımda pek çok hoca ve dersle tanıştım. Tahsil hayatım ilerledikçe ne kadar az şey biliyor olduğumu fark ettim. Çünkü ilim basamaklarında yükseldikçe, seçtiğimiz bölümler sebebiyle diğer ilimlere dair bilgi edimimiz de azalıyordu. Bu durum lisansüstü yıllarında kendini daha da hissettirmişti.

İlahiyat’ta okuduğum yıllarda birinci ve ikinci öğretim yanında İMYO denilen iki yıllık meslek yüksekokulu okuyanlar da vardı. Bu açıdan fakültenin önü talebelerle dolup taşardı. Buna lisansüstü talebelerini, sürekli derslere girip çıkan hocalarımızı da katarsak sayının hayli fazla olduğunu anlaşılır. MÜ İlahiyat Fakültesi, bizim talebelik yıllarımızda hayli yüksek puanlarla talebe alırdı. Bu durum talebelerin ve hocaların derslere hazırlanarak gelme ihtiyacını beraberinde getirirdi. Lisans ikinci sınıfta bölüm seçmemizi istemişlerdi. Ben hadis bölümünü seçmiştim. Ancak ilerleyen süreçte felsefe derslerinin benim mizacıma daha uygun olduğunu fark etmiştim. Lisansüstü başvurusu alan seçimimde, lisans dönemindeki bu ilgimin önemli rolü olmuştur. Zira fakültede felsefe derslerinde tabiattan matematiğe, iktisattan tarihe, sanattan siyaset bilimlerine uzanan çizgide, doğu ve batı düşünceleri masaya yatırılıyor ve bunlar üzerinde hararetli tartışmalar yapılıyordu. Lisansüstünde İslam felsefesi alanında ilim yolculuğuma devam ettim.

Üniversitede fakültelerin ders müfredatlarında ‘servis dersleri’ denilen ve müfredata zenginlik katan dersler vardır. Buna göre icabında bir edebiyat fakültesi talebesi, felsefe bölümünden veya sosyoloji bölümü, tarih bölümünden dersler alır. Bunlar, gündelik hayatta olağan şeylerdir. Bu fakiri de KLÜ İlahiyat Fakültesi’ndeki felsefe derslerinin son sınıf talebelerine okutulması için davet etmişlerdi. Lisans dönemim İlahiyat’ta geçtiği için bu teklif ilmî manada bir tür dâussıla idi benim için.

Derslere girmeden önce aklımda bir takım sorular vardı. Bizim kuşak İlahiyat’tan mezun olalı yıllar geçmiş, müfredat anlamında köprünün altından pek çok sular akmıştı. Altı yarı dönem okuduğumuz felsefe dersleri, artık iki yarı döneme indirgenmişti. Bu açıdan iki yarı dönemlik bir zaman zarfında, felsefe adına talebeye ne okutulabilir ki… Kavramlar mı, konular mı, kişiler mi, dönemler mi, akımlar mı, eserler mi, tartışmalı meseleler mi… Bir de ‘din felsefesi’ dersini güz dönemine koymuşlardı ki bu durum ilk defa felsefe dersi ile karşılaşacak talebeler için zor zanaat bir mesele demekti.

Kimi talebelerin muhtelif evlerde, yurtlarda kaldığı malûmdur. Kaldıkları yerin onları belli ölçüde etkilemesi tabiidir. Beni ilgilendiren husus, felsefe derslerinin, ilahiyat muhitinde günümüz şartlarında nasıl karşılandığıydı. Vahiy ile akıl temelli anlayışın İslamî ilimlerin teşekkül ettiği dönemlere kadar uzanan bir tarihi vardır. Bu durum İslam filozoflarının konuyla ilgili özel eserler yazmasını bile beraberinde getirmiştir. Onun için yeni bir mesele değildir. Ancak yeni olan şey, özellikle on dokuzuncu ve yirminci yüzyılda Batı merkezli pozitivist ve materyalist felsefi akımların Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde toplumumuzda pek de iyi bir intiba bırakmamış olduğudur. Bu da doğal olarak mütedeyyin insanımızı hayli tedirgin etmeye yetmiştir. Bu altyapıyı bilmek gerekir. Onun için felsefe okuyacak talebeye, yakınları, ‘Aman ha, dikkat et!’ diye sıkı sıkıya tembih ederler.

Bütün bunları göz önünde tutarak İlahiyat Fakültesi’ne felsefe dersi okutmak için geldim. Asıl mesele, bu dersin nasıl verileceğinde düğümlenmekteydi. Şahsen, ilim yolcuğunda ihtiyatlı, sabırlı, anlayışlı, iyi niyetli olmayı önemsiyorum. Çünkü her bir talebenin mizacı, yetişme tarzı farklılık arz edebilir ve her biri ayrı bir değerdir. Şu hâlde genellemeci bakış yerine, kişiye özgü bakışı da dikkate almakta fayda vardır. Ben bu ikinci yöntemin daha etkili olduğuna inanırım.

Vakti geldi, ders için sınıfa girdim. Sınıfa girince merhaba, nasılsınız faslının ardından şöyle bir nazar etmiştim talebelerimize. Mütedeyyin aile çocukları oldukları görünümü vardı. Hafif mahcup bakışlar, kendi aralarında fısıltı hâlinde konuşmalar, vesaire. Sınıfın orta koridorunda bir iki defa gidip geldim. Bu arada birkaç talebeye, nasılsınız iyi misin, kabilinden sorular sordum. Ne diyebilirler ki. Mütebessim bir tavırla, “İyiyim hocam, sizler nasılsınız?” şeklinde cevaplar verdiler. Ben bu tür hâl hatır sormanın, dersin selameti açısından hoca ile talebe arasında yerinde bir tavır olduğuna inanırım. Talebe, hocayı ders açısından olumlu biri olarak zihnine nakşederse onun anlattıklarına da önem verir. Çünkü insanlar değer verdikleri kişilerin anlattıklarını da önemserler.

Bazı talebelerin felsefe derslerine karşı biraz mesafeli [ne de olsa, zor bir derstir çünkü :)] hallerine tanık olmak zaten beklenen bir durumdur. Felsefe adına ön yargıları imkân ölçüsünde kaldırabilmek için onlara özgeçmişimi anlattığımı hatırlıyorum. Mütedeyyin bir aile çocuğu olduğumu, onlarınkine benzer bir geçmişimin olduğunu dile getirdim. İlk ders belki de bir nebze mesafeli, yer yer soğuk bir havada geçmiş olabilir. Lakin ilerleyen haftalarda, anlayabildiğim kadarıyla, sınıftaki talebelerimizin, derse biraz meraklı olmaya başladıklarını fark ettim. Aslında son sınıfta idiler. Mezuniyet heyecanları vardı. Formasyon dersleri alıyorlardı. Belki kimilerinin özel aldığı dersler (kurslar vs.) vardı. Bütün bunlar arasında felsefe ile ilgilenmek onlar adına muhtemelen farklı bir durum olsa gerek. Benim alanım İslam felsefesi idi. Din felsefesi alanında ders verebilmek gerçekte benim için de biraz zordu. Ancak hemen her dersime hazırlanarak gidiyor oluşum, bu açıdan benim için bir nimet olmuştur. Çünkü her dersimde ben de yeni şeyler öğrenmişimdir kendi hesabıma. Ne de olsa, en iyi öğrenme, anlatarak öğrenmedir.

Sınıf mevcudu kırka yakındı. Derslerde özellikle erkek talebelerin bana yönelttikleri bir tür aykırı (felsefe karşıtı!) sorulara bayılırdım. Çünkü farklı bir görüş varsa orada felsefe de başlıyor demektir. Daha çok dersi dinleme ve not alma şeklinde işleyen bir ders anlayışını/ yöntemini mümkün mertebe aşmaya çalıştım. Çünkü felsefede asıl olan, bir kavram, bir konu etrafında alabildiğine farklı zihnî açılımlar yapabilmektir. Bu yönüyle felsefe, soru sorma sanatıdır. Soruların cevapları olmayabilir/bulunamayabilir. Sorusu olanın sorunu da olur. Soru ve sorun sahibi olmak önemli bir meziyettir. Onun için mümkün mertebe ilahiyat talebesini zihnen rahatsız edebilecek sorular sormaya gayret ettiğimi hatırlarım. “Bu konu şöyle de düşünülemez mi, falanca düşünür bu konuda şöyle demiş, sizler ne dersiniz?” kabilinden farklı zihin egzersizleri.

Derslerin daha iyi anlaşılabilmesi için hemen her hafta kelime-kavram ödevi vermeyi önemsedim. Whatsapp denilen (bidat!) uygulama bu konuda epey işimize yaradı. Talebeler, İslam Felsefesi adını verdikleri bir whatsapp grubu oluşturdular. Bunun felsefe adına epey işe yaradığını söyleyebilirim. Ödevleri derleyip toplama işini kendi aralarında deruhte ettiler. İmkân ölçüsünde felsefe ile ilgili kitap okuma listesi hazırladım talebelerimize. Yüksünmediler, okudular, özetler çıkardılar. Din felsefesi dersi daha çok problemler üzerinden işlendiği için hemen her hafta onlara derslerin konuları ile ilgili sorular yönelttim. Derslerle ilgili (pdf) makalelere işaret ettim. Bir adım daha atarak aziz hatıra kabilinden bir kitap yazmayı önerdim. Çünkü yıllarca dersleri, genel itibarıyla hep dinlemiş, notlar almış, yazılılarda yüksek puan almak için çaba sarf etmiş talebelerimize artık bu işin nasıl yapıldığını uygulamalı olarak göstermek, onlar için heyecan verici olmuştur sanırım. Bu açıdan her bir talebemize, Hz. Peygamber ile ilgili birer konu verdim. Son sınıfta idiler. Muhtemelen bir mezuniyet hatıra kitapları olmayacaktı, zira gidişat onu gösteriyordu. Hiç olmazsa kendilerinin yazdığı bir hatıra kitabı olsun arzu ettim. Hem ilk mezunlar olacakları için geriden gelenlere örnek olmak gibi bir meziyetleri de vardı. Yıl ortası tatilde ödevlerini hazırladılar. Ben ödevleri tek tek okudum, redakte ettim, yayına hazır hâle getirdim. Bu durum benim için de ciddi bir çabayı gerektirmişti. Kitap, Mayıs 2018’de elimize geçti ve her bir talebe, mezun olmadan önce ilgili kitabı eline almış oldu. Hoş bir tablo ortaya çıkmıştı. [ed. Ahmet Çapku, Hz. Peygamber Güldestesi, Ankara 2018, Sage Yay., 184 sf.]

Bu arada talebelerin, dersin sınavları ile ilgili bir nebze kaygı taşıdıklarını fark etmiştim. Benim için asıl olan, talebede konuya dair ilgi uyandırabilmektir. İlgi varsa bilgi de peşi sıra gelir. İkinci dönemde İslam Felsefesi derslerine gittim. Daha çok tarihî bilgi ağırlık bir ders idi. Ancak ben imkân ölçüsünde problemler üzerinden anlatmaya çalıştım. Benim gözümde gerçek bir ders, kavramlarla, konularla ve bir ilmî tartışma ortamında anlatılan derstir. Yoksa kuru bir tarih bilgisi, önemli olmakla birlikte, yeterli değildir. Asıl olan, meseleleri ortaya koyabilmek ve onu güncel durumlarla arz edebilmektir. Bu noktada İslam felsefesi dersinin de bir önceki ders kadar hararetli tartışmalara, çabalara konu olduğunu söyleyebilirim. Bence daha önemli olan şey, buradaki talebelerimizin kelam, tasavvuf, fıkıh gibi ilimler yanında felsefe gibi devasa bir birikim ile karşılaşmış ve tanışmış olmalarıdır. Bu ilimler arasında sıkı bir iç düzen olduğunu, geçişkenlikler bulunduğunu fark etmiş olmalarıdır. Gazzâlî, bir mutasavvıf olması yanında bir fıkıhçı, bir mantıkçı, bir kelamcı ve hatta bir felsefecidir, denilebilir. Bu durum nice İslam düşünürü için de geçerlidir.

Bitirme ödevi alanlar oldu, onlara rehberlik etmeye çalıştım. Ödev bulmak, onları biçimlendirmek, yazıya dökebilmek ve bir dosya hâlinde sunabilmek ve dahi artık bir şeyler üretebilmek mühim şeylerdir. Yetişmekte olan nesil için, eskilerin meşk diye tabir ettikleri, görerek öğrenme yöntemi bence üzerinde durulması gereken bir husustur. Bu açıdan dersi anlatan hocanın, anlattığı dersi özümsemesi ve sanki onu yaşıyormuşçasına anlatması elzemdir. Uzun süren (blok) derslerde şöyle birkaç dakikalığına, teneffüs kabilinden olarak derslerimde, tarihimizden, kültürümüzden bahsediyorsam bunların mutlaka o anda işlenen ders ile irtibatının olmasına özen göstermişimdir. Çünkü derste, dersin konusu işlenmelidir. Ancak gerek hocanın derste yorgunluğunun hafifletilmesi gerek talebenin teoriden pratiğe şöyle bir yelken açıp rahatlaması adına arada bir hatıra, hikâye gibi konulara yer verilmesini önemsiyorum. Lakin bunlar mutlaka ders ile ilintili olmalıdır. Çünkü oraya gelenler ders/ilim için gelmiş kişilerdir.

İlim, insanı mütevazı kılmalı bence. Meyveleri olgunlaştıkça dallarını aşağı eğilen ağaç misali. Ne de olsa ilim, insan(-ı kâmil) olmak içindir. Bu açıdan ilim adamı olup da kibre bürünenleri bir türlü anlayamamışımdır. İlmî birikimini, talebe veya o konuda bilgi sahibi olmayanlara karşı bir tür üstünlük taslama malzemesi olarak görmek ve kullanmak, bence insanî olmayan bir davranıştır. Bu konuda talebe, ders ile ilgili herhangi bir bilgiyi hocaya rahatlıkla sorabilme imkânını kendi dünyasında bulabilmelidir. Bu açıdan yerine göre hoca, talebenin seviyesine inerse bunun ilim adına faydalı olacağına inanırım.

Talebelerimizle hatıra kabilinden birkaç fidan diktik yıl sonunda. Lisans dönemi son sınavları da İslam Felsefesi dersimden imiş 🙂 Ders sonrası dışarıya çıktık ve fidanlarımızı diktik mezuniyet anısına. Bence talebelerin zihninde böyle bir hatıranın oluşması önemliydi. Geçtikleri yerlerde iz bırakabilmek düşüncesi. Ben her birine bu dünya köprüsünden geçerken birkaç kıymetli kitap yazmalarını (böyle bir iz bırakmalarını) tavsiye ettim. Talebelerden bazıları Kırklareli’nde bolca bulunan çay evlerine beni davet ettiklerinde, onların bu davetine iştirak etmeye çalıştım. Bütün bunlarda asıl olan şey, her birinin düşünce ve muhayyilesini başta kendileri olmak üzere ülkemiz, insanımız adına ortaya koyabilmeleri mümkün olan konulara yöneltmek idi.

 İlmî çalışmaları, gündelik siyasetin akışının üstünde gördüğüm için elimden geldiğince siyaset konularına girmemeyi tercih etmişimdir. Mesele ders ise derslerde ilim konuşulmalıdır. Aristoteles’e atfedilen, ‘Aydınların siyasetle ilgilenmediği toplumlarda, insanları bekleyen korkunç bir tehlike vardır: Cahiller tarafından yönetilmek!’ şeklindeki düşüncenin, kimilerince nasıl istismar edildiğini biliyorum. İlim adamı olmak ile siyaset adamı olmak arasında ince bir çizgi olduğunu fark etmek gerekir. Birinde fevkalâde başarılı olabilenler diğerinde hemen hiçbir şey yapamayabilir. Onun için kişinin kabiliyeti ne ise oraya yönlendirmek en iyisidir bence. Lakin ilim, hepsinden önceliklidir. Bir şeyi bilmeden yapmaya kalkışmak oldukça muhataralıdır çünkü.

Talebeler, 24 Kasım Öğretmenler Günü’nde bana bir sürpriz yaptılar! Sürpriz, beklentide olmayan bir durumla kişinin karşılaşması hâlidir. Derse başlayacaktım. “Hocam, hocam!” falan dediler. “Hayırdır, n’oldu!?” derken, bir paket önüme kondu. Ne acaba diye düşünürken baktım ki, benim adıma düzenlenmiş defter, kalem ve bir çiçek demeti… Tanrım! Meğer defterin alt kısmında talebelerimizin her birinin isimlerinin de olduğu şahsıma yönelik bir ithaf yazısı kaleme alınmış imiş. Aziz hatıra olarak… İlgili yazıdaki şu ifadeler sahiden çok hoş: “Sıradan bir öğretmen anlatır, iyi öğretmen açıklar, yetenekli öğretmen yapar ve gösterir, büyük ve değerli öğretmen ise esin kaynağı olur.” Bu hususun mizah kabilinden yönü ise, öğretmen denilince genelde Milli Eğitim’de görev yapanların akla gelmesidir. Şu hâlde acaba “24 Kasım, öğretim üyeleri için de geçerli midir?” sorusu sorulabilir 🙂

İmkânım olsa talebelerimizle mesela bir İstanbul, bir Edirne, bir Çanakkale gezisi yapmak isterdim. Çünkü insan, bildiği konularda rehberlik edebilir. Onun için tarihi, yerinde görmek her zaman farklı bir bilgilenmedir bana göre. Elimde olsa mezun talebeler için her yılın muayyen bir gününü, mezunların bir araya gelme günü olarak düşünürdüm. Çünkü Batı’daki gelişmiş üniversiteler bunu yaparlar. Mezun talebeler, ömür boyu üniversiteleri ile irtibat hâlinde olur böylece. Üniversitenin, okuduğu fakültenin dertleri ile ilgilenir, oradaki hocalarla hep irtibat hâlinde olur, çalıştığı işlerinde onların bilgilerinden istifade eder. Bu durum bizde henüz gelişmiş değildir, maalesef. Bir sonraki sene de İlahiyat Fakültesi’ne derslere gittim. Ancak karşılaştığım manzara beni epey tedirgin etmeye yetti. Çünkü elimde, sınıfların fizikî imkânı seksen kişilik olmasına rağmen, yaklaşık yüz kişilik liste vardı. Hazırlık sınıfı okuyup dördüncü sınıfa gelenler ile üçüncü sınıfta fakülteye başlamış olanlardan müteşekkil (karma) bir sınıftı. Verimli bir ders iklimi/ortamı, bütün çabalarımıza rağmen, istediğimiz seviyede oluşamadı. Böylesi bir manzaradan hemen birçok hocanın mustarip olduğunu anlamam fazla sürmemişti.

Eski büyük insanların düşünce ve anlam dünyalarında, din ve felsefe hep iç içe olmuştur. İslam düşüncesine göre vahyi gönderen de aklı hibe eden de Allah’tır. Kaynak aynı olunca bunlar niçin çatışsın ki? Gerçekte akıl-vahiy ayırım (felsefe/(bilim) ve din) modern düşüncede daha belirgin şekilde ortaya çıkan bir durumdur. Ortaçağ Avrupa’sında da bu tür düşünceler bir ölçüde vardır. Bizdeki İslam filozoflarında da vardır. Ancak günümüzdeki gibi keskin hatlarla ortaya konulmuş bir durum değildi. Günümüzde, akıl lehine, duygular ve vahiy/din öteleniyor ve hatta yer yer ötekileştiriliyor. Hâlbuki böyle bir tavır (İslam düşüncesi temelinde) bana sağlıklı görünmüyor. Çünkü insan hem duygu hem de akıl varlığıdır. Asıl olan duyguların, akıl ile denetleniyor olmasıdır. Vahiy, akla, ilkeler bazında yol gösterir. Bu manada İslam’ın temel kaynaklarında hukuku konu edinen ayetler (ahkâm ayetleri) oldukça azdır ve bunlar, daha çok, insanların duygularının da işin içine karışabileceği temel konulardır. Şu hâlde akıl ve vahyin birbirini ötekileştirmesi yerinde değildir. Anlayabildiğim kadarıyla din, insandaki duyguları terbiye etmeye özel önem atfeder. Akıl ise dünyayı, duygularımız açısından düzene koyar, disipline eder. Onun için bunların hangisine gereksiz diyebiliriz ki? Modern Batı aklı, yerine göre, akıl lehine diğer ikisini icabında tahtından etmiş görünümü arz eder. Nitekim modern Batı aklının, ‘insan’ anlayışı da bu açıdan dikkat çekicidir. İnsan, ya toplum aleyhine ön plana çekilmiş (ferdin asıl olması/kapitalist toplumlar), ya da insan, toplum içinde eritilmiş (toplumun asıl olması/sosyalist toplumlar) hâldedir. İslam bu ikisini, iç içe geçmiş soğan halkaları gibi korumak ister. Tıpkı namaz ibadeti örneğinde olduğu gibi. Namaz kılan kişi, gerçekte kendisi için ibadet etmiş olur. Ancak kişi, namazını cemaatle kılarsa daha değerli bir ibadet etmiş olur. Kur’an’da sıkça geçen ‘namazı kılın, zekâtı verin’ buyruğu da böyledir. Fert ve toplum birbirinden kopuk veya birbirinin zıttı değil aksine birbirinin mütemmim cüzüdür. Demek ki, hem ferdin (kişilik) korunması hem de onun toplum içinde yer alması aynı anda önemlidir. Bu açıdan İslam düşüncesi, diğerlerinden oldukça farklıdır.

Bu noktada ben, tabiatın içinde yaşayan bir canlı olmam itibarıyla felsefeyi önemsiyorum. Çünkü felsefe, bize, tabiatı, toplumu, evreni, ölüm ötesini kendi zihnimizi ve birikimimizi kullanarak sorgulamalar yapmamızı salık veriyor. İnsan adına, mutlak bir itaati men ediyor. Aksine, sen de akıllı canlısın ve Allah senden aklını kullanması istiyor diye bize sesleniyor. Bugün İlahiyat fakültelerinde okutulan ilimler, genelde rivayet merkezli. Anlatı ve not alma yöntemi temelli. Bunlar faydalı metotlar olmakla birlikte, günümüz açısından yetersiz kalıyor bana göre. Onun için ilahiyatlarda, hiç olmazsa lisansüstü derslerde, icabında matematik, fizik, psikoloji, müzik, tabiat, sanat bilimleri de okutulmalıdır. Çünkü din(î ilimler) denilen şey, sadece kelamdan, tasavvuftan, ahlaktan, tarihten ibaret değildir. Aksine din, akıl ile birlikte hayatın bütününü kuşatan sistemli bir yapıdır. Onun için gündelik hayatımızda nasıl ki, aklımızı kullanmak zorunda isek şu hâlde aklı doğru ve yerinde kullanmayı öğreten ilimler de okutulmalıdır. Mademki din, hayatın içinde dinamik bir yapıdır, şu hâlde ilahiyatlardaki müfredat da buna uygun olmalıdır. Fizik bilinmeden metafizik nasıl düzgün biçimde anlaşılabilir? Derslerimde bunları anlatmaya çalıştım. Ne kadar başarılı olabilmişimdir bilemem. Ancak talebelerimizin kahir ekseriyeti, felsefe adına kendilerindeki ön yargının belli ölçüde iyiye yöneldiğini dile getirmişlerdi. Zira bizler, aklımızı kullanmakla sorumlu varlıklarız. Şeyh Galib’in deyimiyle, insan, ‘zübde-i âlemdir’. Bu açıdan Müslümanlar, birileri karşısında savunmacı veya antitez değil artık bizatihi tez olmaları gerekir, düşüncesindeyim. Bu da dijital bir dünyaya doğru gidilirken çağdaş Gazzâlîleri, İbn Sînâları, Ebu’s-Suudları, Kınalızâdeleri, Mehmet Akifleri olan bir bünye ile mümkündür.

İlahiyat ve felsefe ile bahsin sonuna geldim. Aslında dile getirilenler bir ölçüde kendi hikâyemdir. Hepimiz her gün yeni şeyler öğreniriz. Demek ki her daim talebeyiz. Mühim olan daha bütüncül, daha tutarlı, daha sistemli bilgilere ulaşabilmektir. Çünkü ilim, buna denir, diğerleri ise malûmattır. Hepimiz bu manada kendimizi sahil-i selamete sevk edecek bilgi arayışı içindeyizdir. Onun için müminlerin, hayırda/ilim yolunda yardımlaşması ve yarışması önem arz eder. İlim yürüyüşünü ben böyle görüyorum.

1 YORUM

  1. Ahmet hocam oldukca samimi ta yurekten kaleme aldığınız yazinizi okudum. Isitfade ettm. Ayrica sizi burada gordugume sevindim. Kitap dusuncesi de cok orijinal ve kalici bir eser olmus.
    Cok selamlar.
    Benzer sıkıntılar kelam dersleri icin de gecerli maalesef. Benzer metotlar bizde de guzel neticeler dogurabilir diye düşündüm kendi adima.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here