Tarihin Hakikati Veya Hakikatin Tarihi

0

İnsanın yeryüzündeki hayat macerası bir anlamda onun hakikati arama serüveninin toplamından ibarettir. İnsan öncelikli olarak yaşadığı zamanın hakikatini bulmaya çalışır. Bu çabası ister istemez onu yaşadığı zamanı doğuran geçmişin/tarihin hakikatini öğrenmeye yöneltir. Ancak bu durumda yeni bir sorunla karşı karşıya gelir; onu geçmişin hakikatine götürmesini istediği tarih acaba ne kadar hakikidir? Ayrıca tarihin ona aktardıklarının hakikatle irtibatı ne boyuttadır? İşte bütün bu iç içe geçmiş sorular insanı öncelikli olarak tarihin mahiyetini (neliğini) anlamaya, oradan da tarihten hakikat devşirme arayışına zorlar. Bu durumda ilk cevaplanması gereken soru akla gelir:

Tarih nedir?

Tarih en basit anlamıyla geçmişi, aynı zamanda geçmişi anlamayı konu edinen bir disiplin olarak kabul edilir. Ancak, geçmişte kalan hadiseleri incelemekle birlikte tarihin asıl amacı geçmiş değil, bu günü aydınlatmak ve gelecek için doğru istikamet tayin etmeye çalışmaktır. Böyle düşünülmediği takdirde tarihle meşguliyet, psikolojik rahatlamadan veya maziyle ilgili övme ve yerme hissini tatminden öteye geçemez. Bir toplum için belki bunlar da ihtiyaç olarak görülebilir, ancak bu durumda ortaya konulan çabaların pratikte ve hakikat arayışında bir değeri olamaz.

Tarihe terim anlamında pek çok sosyal bilimci farklı anlam vermiştir. Bunlardan “tarih geçmişin ilmidir” veya “tarih, geçmişi konu edinen ilimdir” ifadeleri pek çok tarihçi tarafından kabul edilebilir tanımlar olmakla birlikte, bunlar ne tarihi ne de tarih ilmini tarif edebilecek yeterliliktedir. Benzer şekilde Müslüman tarihçiler de tarihe farklı bakış açıları sebebiyle farklı tanımlar getirmişlerdir. Nitekim tarih felsefesinin kurucusu kabul edilen İbn Haldûn, bu ilmi “tarih bir zamana veya millete ait olayların anlatımıdır” ve “tarih dünyanın mamur olmasının temelini teşkil eden insan toplumlarından, bu toplumlarda meydana gelen değişikliklerden, yani devletlerden, insanların yaşayışından, cemiyette meydana gelen diğer değişikliklerden bahseden ilimdir” şeklinde tanımlar.[1] Sehâvî ise tarihe, “olayların zamanlarını tayin ve tespit etmektir, konusu ise insan ve zamandır” şeklinde bir tarif getirir.[2] Burada örnek olarak verilen tanımlar, aynı zamanda bu kavramın ne kadar karmaşık olduğunu açıkça gösterir. Esasında zikredilen tarifler, bu ilmi tam anlamıyla tanımlamak yerine, onun belli bir yönüne veya önemine işaret etmektedir.

Tarihi tanımlamanın zorluğu kabul edilmekle birlikte, bu kavram muhtevasında genelde iki farklı anlamın öne çıktığı görülür: Birincisi, geçmişte kalan olaylar bütünü, yani yaşanmış geçmiş; ikincisi ise bu yaşanmış geçmişi inceleyen ilimdir. Başka bir ifadeyle tarih, geçmiş hakkında geleceğe aktarılan bilgiye, tarih bilimi de bu bilgileri kendine konu edinen, yani geçmişten gelen bilgiyi inceleyen ilim dalına ad olarak verilmiştir.[3] Bu açıklamaların ışığında tarihi, tarihçilerin geçmişi incelemeleri sonucunda yazdıkları olarak anlamak da mümkündür.[4]

Tarihin hedefi ve hakikati nedir?

Tarihle uğraşanlar geçmişi aydınlatmayı hedeflemekle birlikte, esasında geçmişin bu günden nasıl göründüğünün örneklerini verirler. Böyle olduğu içindir ki tarih, tarihçinin bulunduğu zamandan geçmişe bakarak elde ettiği izlenimler toplamı kabul edilir. Bu tariften yola çıkarak tarihçinin, incelediği tarihsel dönemle ilgili olarak kanaat ortaya koyarken, aslında kendi yaşadığı zamanın anlayış ve değer yargılarını yansıttığı söylenebilir. Dolayısıyla onun eserlerinde konu edindiği dönem kadar, kendisinin içinde yaşadığı dönemle alakalı mühim ipuçlarını bulmak mümkün olur. Bu durum, tarih ilmiyle ilgili faaliyeti, özde tarihçinin sübjektif ve şahsî faaliyeti durumuna getirir. Burada tespit edilmeye çalışılan tarih-tarihçi ilişkisi, esasında tarih ilmine dair bütün faaliyetlerin meşruiyetini ortaya koyar. Buna göre tarihçi varsa, tarih vardır, tarihçi varsa tarihçilik vardır. Binaenaleyh her dönemin tarihçisi geçmişi kendi yaşadığı çevresinin şartlarına göre yorumlamalıdır. Hatta bir tarihçi, kendi ilmî hayatının çeşitli safhalarında geçmişle ilgili görüş ve kanaatlerini yeniden gözden geçirmeli, kısacası tarihle ilişkisini güncellemelidir. Bu değerlendirmeler bizi, tarih araştırmalarının –aynı konuda da olsa- tekrar tekrar yapılması ve herhangi bir konuyla ilgili olarak “bu çalışılmıştır, öyleyse yeniden araştırmaya gerek yoktur” anlayışının terk edilmesi sonucuna götürür. Özellikle siyasî tarih konuları için bu husus daha da geçerlilik arz eder. Çünkü siyasî tarih araştırmalarının millî, dinî, ideolojik vb. çeşitli anlayışlara göre çok farklı neticeler vermesi doğal kabul edilir. Tarihte herhangi bir olayın meydana gelmiş olduğu hususunda tarihçilerin hemfikir olmaları mümkündür; ancak bu olayın sebepleri ve sonuçları, tarihin seyrine tesirleri konusunda onlardan her birinin farklı, hatta birbiriyle çelişen neticelere ulaşmaları da çok rastlanır bir durumdur. Bu sebeple, geçmişteki tek bir hadise hakkında farklı tarihçilerin yapacakları araştırmalar ve elde edecekleri sonuçlar o hadisenin daha doğru bir şekilde anlaşılmasına yardımcı olur.

Bu durumda hakiki tarihin yazılması veya tarihin hakikatinin yazılması ideal anlamda çok güzel bir düşünce, ancak pratikte neredeyse mümkün olmayacak bir hedeftir. Zira tarihi yaşayan insan, tarihi aktaran insan, tarihi yazan insan, tarihi yorumlayan insan ve nihayet tarihi anlayamaya çalışan da insandır. İnsanın bu kadar müdahil olduğu bir hadiseler zincirinden hakikat çıkarmaya çalışmak ne kadar gerçekçi olur? Kaldı ki yaşadığımız dönemde dahi insan, halihazırda daha insanı/kendisini tam anlamıyla tanıyamamıştır. Yani insan, insanlık için hala meçhuldür. Hayatta olan insanların yapıp ettiklerini anlamak ve yorumlamanın, başka bir ifadeyle yaşamakta olan insanların yaptıklarının hakikatini anlamada kesin netice alınamayacağı ortada iken, bizden asırlar önce yaşamış insanların yaptıklarının -ravi, tarihçi vs. aracıların da etki ve katkıları dikkate alınınca-hakikatini anlamak veya anlama iddiasında bulunmak ne kadar gerçekçi olur? Bu durumda tarihin/tarihçinin hakikati yansıtması ne kadar mümkündür? sorusu akla gelir. Esasında bu soruyu “tarihçi tarafsız olur mu?” şeklinde ifade etmek de mümkündür.

Tarih ve tarihçi tarafsız olur mu?

Tarihçinin tarafsızlığından şüphe edebilir mi? Elbette, burada bir ahlaklılık imtihanı söz konusu değildir. Taraflı tarih konusunda, herkesin en azından nazari olarak görüş birliği içinde olduğu apaçık ortadadır. Zira iyi tarihçinin “hiçbir dönemde ve hiçbir ülkeye mensup olmaması” gerekir ki bu muhal bir durumdur. Gerçekleşmesi mümkün olmayan hatta akıl dışı bir temenniden öteye gidemez. Her insan gibi tarihçi de ahlaki anlayışını ve siyasi tercihlerini kendisinden tevarüs ettiği bir ortama mensuptur. Dolayısıyla tarihçilerin en bağımsızları hayatın kendisi olan bu mirastan kaçamazlar. Bu mirası reddettiklerini iddia ettiklerinde, tepkileri, kendilerini şekillendirmiş olan ortam için haksızlık olur. O zaman şu söylenebilir: İnsan, kendisine rağmen, partizan olmaksızın taraflı olabilir. Bu durumda hakikat ressam için ne ise, tarihçi için de odur; nasıl ki tek bir manzara yoksa tek bir tarih de yoktur. Tarihçi, ne yaparsa yapsın-bütün diğer yazarlar gibi-eserinde duygu ve düşüncelerini anlatır ve kendini ele verir. Unutulmamalıdır ki, en tarafsız tarihçi dahi daima zamanının ve memleketinin insanıdır; en objektif tarihçi bir izlenimci olarak kalmaktadır.

Diğer taraftan dünyadaki gelişmeler göstermektedir ki, herkesin benimseyebileceği tarafsız bir tarih yazmak mümkün değildir. Bırakın tarih yazmayı tarih bir propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Tarih yazıcılığında taraf tutma her zaman görülmektedir. Tarihle ilgili bütün tarafgir kitapların arkasında tamamen objektif ve tarafsız olma ihtimalinin bulunduğu yolundaki inanç, muhakkak ki, batıl bir inançtır. Özellikle bir dönemin veya konunun seçiminde ve onu ele alış yönteminde kişi, belki de bilinçsizce, kendi görüşünü, kendi ilgi alanlarını ve kendi çevresi ile uyum sağlayan belirli bir tür davranış gösterecektir. Dolayısıyla tam ve tarafsız tarihçi, incelemeleri basılmamış olan yazıcı Melek’tir. Bununla birlikte tarihçinin tarafsız olamayacağını ifade etmek, onların ideolojilerin bayraktarlığını yapmaları, belli bir siyasi ve itikadi görüşü fanatizm derecesinde savunmaları ve çalışmalarını bu bakış açısıyla ortaya koymaları demek anlamına gelmez. Tarihçi her şeyden önce fikir namusuna sahip olmalıdır. Bunun yolu da tarih incelemesinin her türlü itikad veya rejim veya akideden bağımsız kalmasıdır. Tarih çalışmasının özerkliği-yani, sadece ve sadece gerçeği bulma, hakikatin peşinden koşma ve bir düşünce sistemini veya siyasetini savunmaktan ve ona hizmetten olma-onun yaşama gücü için elzemdir.

Hasılı mutlak anlamda gerçekleşmeyen ancak ilmi namusun sağladığı objektiflik, hakikatin peşinde olan tarihçinin gayretlerinin hedefi olarak kalmaktadır. O, olguları “vuku buldukları gibi” göstermek, onları, yorumlarına sübjektif unsurlar katmaksızın, şimdiki-zamanla aydınlatmak peşinde olmalıdır. Fakat tam objektiflik ve tam tarafsızlık kadar ondan esirgenmiştir. Bununla birlikte o, mümkün olan en büyük objektifliği arzu etmekten ve araştırmaktan vazgeçmez: Tekrarlanan incelemeler ve tahminler vasıtasıyla, şahitliklerin ve yorumların kontrolü, tarihçi için, devamlı bir endişe, zaman aşımına uğramayacak bir görev olacaktır. Bu sayede tarihçi geçmişin hakikatini bulma çabasında gerek kendisi, gerek kendisini takip edenler için sağlıklı yorum ve değerlendirmelere ulaşacaktır ki, bu değerlendirmeler mutlak hakikatin kendisi olmasa da en azından hakikatin yolu ve hikmetleri olacaktır. Tarihte gerçekleşen mutlak hakikatin sahibi Allah’tır ve hakikati sadece Allah bilebilir. Ancak bu durum insanın tarihte hakikat arama yolculuğuna engel olmamalıdır. İnsana düşen bulma ümidiyle her daim hakikati aramaktır.

Kaynakça

[1]       İbn Haldûn, Mukaddime, Lübnan ts., s. 52, 58.

[2]       Sehâvî, el-İ’lân bi’t-Tevbîh Limen Zemme’t-Târîh, Beyrut 1983, s. 385.

[3]       Özlem, Doğan, Tarih Felsefesi, İstanbul 1996, s. 11.

[4]       Thomson, David, Tarihin Amacı, (çev. Salih Özbaran), İzmir 1983, s. 7.

Önceki İçerikİlahiyat Fakültelerine Yüklenen Görev
Sonraki İçerikBir ‘Sohbet’in Muhâsebesi
1970 yılında Bursa’da doğdu. 1988’de Bursa İmam-Hatip Lisesi’nden, 1992’de Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Bir yıl sonra İslâm Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı’na araştırma görevlisi olarak atandı. 1995 yılında “Hz. Osman Dönemi Emevî İdarecileri” isimli tez ile yüksek lisansını tamamladı. 1999 yılında “Amr b. el-Âs (Hayatı-Şahsiyeti-Devlet Adamlığı)” konulu araştırmasıyla doktor oldu. 2001–2002 ve 2004–2005 öğretim yıllarında Türkmenistan Mahdumkulu Devlet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyeliği görevinde bulundu. Mayıs 2005’te doçent unvanı aldı. 2007–2008 eğitim-öğretim döneminde Şam’da alanıyla ilgili araştırmalar yaptı. 2011 yalında profesör oldu. Hâlen Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyeliği görevini sürdürmektedir.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here