İlim ve sanat bir gelenek içinde tekâmül eder. Mutlaka her ilmin isimlendirildiği, mahiyetinin tespit edildiği ve metodunun vaz edildiği bir başlangıcı, her sanatın bir başlatıcısı vardır. Başlangıcı olan her disiplin, daha sonrakiler tarafından eklene eklene tekâmül edecek, zaman ve mekânı aşarak yaygınlaşacak ve müstakil bir disiplin olarak varlığını idame ettirecektir. Her ne kadar zamana, mekâna ve kişiye göre farklılıklar arz eden hususlar olsa da bu farklı olanlar da o müteselsilen “gelen”e bir zenginlik yahut yeni bir bakış olarak “ek”lenecektir. Böylece gelene eklenenler arttıkça, o disiplinin yahut sanatın da bağlamı genişleyecek, yeni muhit (mektep) ve paradigmaların inşasına katkı sağlayacaktır. Bu bakımdan daha sonraki ilim tarihçileri, münekkitler ve muallimler üzerinde düşündükleri ve anlamaya çalıştıkları metin yahut müellifleri bir gelenek içinde anlamlandırmaya, oradan yola çıkarak tanımaya ve tanıtmaya çalışacaklardır.
Bu konuya bu kadar vurgu yapıyor olmamın bir sebebi var. Zira günümüz müdakkik ve münekkitlerinden bazıları, büyük âlimleri, mütefekkirleri ve sanat adamlarını bir geleneğin takipçisi yahut bir muhitin mensubu olarak göstermekten imtina ediyorlar. Sanki bu aidiyet atfı, mevzu edilen o “büyük ruha” eziyet verecekmiş gibi düşünülüyor. Nitekim çoğu biyografik ve monografik eserlerde ele alınan kişinin temsil ettiği geleneğe işaret edilmez. Bu meyanda Yunus Emre’ye ilişkin yakın zamanlara kadar yazılan kitap ve makaleler bu gözle tetkik edildiğinde görülecektir ki, çoğu araştırmacı onu “öncülü olmayan bir şair” olarak takdim etme itiyadındadır. Fakat merhum Köprülü’nün bu “büyük ruhu” Pîr-i Türkistan ile ilişkilendirmesi, son dönemlerde muhteva karşılaştırmaları ve metinlerarasılık yöntemiyle bu ilişkiyi tahkim eden çalışmalar da yapılmıştır. Ancak Pîr-i Türkistan’dan ötesine dair tahliller pek yapılmamaktadır.
Yunus Emre, evet şairdir. Ama onun şairlikten önceki vasfı, sufilik yahut kendi ifadesiyle “dervişlik”tir. Onun şairliği, bu vasfının üzerine bina edilmesi gereken bir husustur. Her ikisini birlikte kullanmamız halinde, Yunus’u “sufi-şair” olarak tanımlayacağız. Esasen doğru tanım da budur. Zira sufi şair, şiir yazmaktan öte, söyler. O, içine girdiği yolun (sülûk) gereği tahsil ettiği bilgiyi (marifet), tecrübe ettiği manevî hâli ve temekkün ettiği mertebeleri söze dökmüştür. Tercübelerle eriştiği bilgileri, vâridât yahut sünûhat olarak şiir diliyle ifade etme imkânına sahip olmuştur. Nitekim onun şiirinde ele aldığı konular, tevhit ve vahdet, aşk (sevgi-muhabbet-meveddet), yaratılış (nüzul / merâtibü’l-vucûd), tezkiye-i nefs ve ahlâkî tekâmül (uruç / manevî miraç), hayat ve ölüm gibi konular tasavvuf ilminin terimleri, telakkileri ve tasavvurlarıyla ele alınmaktadır.
Tasavvufun, düşünceyi ve bilgiyi sunan terimlerin yanında, yaşanan hâli tasvir ve takdim için için kendine mahsus bir dili vardır. Yunus Emre bu dili ,“âşık dili” ve “kuşdili” olarak nitelendirir. Mesela bir beyitte bu iki kavramı birlikte zikreder:
‘Âşık dilin bilmeyen yâ delüdir yâ dehrî
Ben kuş dilin bilürem söyler Süleymân bana
Deli, intibakını yitirmiş, aklî dengesini yitirmiş yahut pervasız, davranışları taşkın, şaşkın ve çılgın, bu sebeple de sınırını aşan veya sınır tanımayan kişileri nitelendiren bir kavramdır. Ancak tasavvufta “zât tecellisine maruz kalmış” ve o tecellinin yüküne tahammül edemeyen kişilerde meydana gelen hâli ifade eder. Buna meczup ve divâne de denir. Fıkıh açısından deli, mükellefiyeti olmayan kişidir. Diğer bir ifadeyle deli, ilâhi emir ve yasaklardan muaftır. Dolayısıyla onun hakikati olduğu gibi anlayıp kavraması beklenemediği gibi âşık dilini de bilmesi beklenemez. Keza dehrî de öyledir. Zira dehrî, dünyanın sonsuzluğuna inanıp ahireti inkar eden kişidir. Bu düşünce dehriyyûn adıyla anılan bir felsefî mektebin oluşmasına sebep olmuştur. Mülhid, materyalist ve ateist gibi kavramlarla da tanınan dehrîlerin öncülerinden birisi İbnü’r-Ravendî’dir. İbnü’r-Ravendî ve diğerleri, metafizik ilkeleri ve iman esaslarını münkir olmaları hasebiyle ne âşık dilini ve ne de Hz. Süleyman’a telkin edilen kuşdilini bilemez ve orada saklı olan manayı müdrik olamazlar. Bu has dil, bâtınî (ledünnî) bilgileri ihtiva eder. Herkesin bu dili anlaması beklenmediği için de yanlış bir manaya ulaşmamaları için sembolik bir mahiyet içinde kendini gizler. Dolayısıyla bu dili; ancak o sembolleri çözecek olan, “hâl” ile hâllenenlerin bilmesi kaçınılmazdır. Mamafih bu dil husûsî bir dildir; sadece “deli” ve “dehrî” değil, kimi “paşa” ve “hocalar” da anlamaz.
Paşa bu kuş dilidir bunı Süleymân bilir
Sana direm ey hâce bu dil tehî dil değil
Tehi, boş ve anlamsız anlamlarına gelir. Yunus Emre genellikle “boş” anlamıyla bu kelimeyi kullanmaktadır. Bu dil boş, anlamsız ve gereksiz bir dil değildir. Bu dili bilmek için, ancak Süleyman olmak gerekir. Şair, bu dilin mahiyetinin farkında olarak bunları söylüyor. Dolayısıyla kuşdilinin bir anlamıyla “ledün ilmî” olduğunun ayrımında olarak bu kanaatini sergiliyor. Ledün ilmi, ilahî bilgi, sırlara vâkıf olma bilgisi gibi anlamlara da gelir. Bu ilimlerden haberdar olan bir şair, kendi bilgi kaynağını ihsas eder. Bu onun, gerek zâhirî ilimler ve gerekse bâtınî ilimlere vâkıf olduğu dolayısıyla iki temel silsileye yani geleneğe mensup olduğu anlamına ulaşıyoruz. Onun zâhirî ilimler açısından, elimizde icazeti olmaması hasebiyle hangi silsileye mensup olduğu hususu meçhuldür. Fakat Tapduk Emre’nin rehberliğinde çıktığı yolculuğun mahiyeti bilinmektedir. Bu anlamda o, Tapduk Emre-Barak Baba-Sarı Saltuk ve Mahmut Hayrânî yoluyla Ahmet er-Rufâî’ye ulaşan bir silsileye sahiptir.
Yûnus’a Tapduğ’u Saltuğ’u Barak’dandur nasîb
Çün gönülden cûş kıldı ben niçe pinhân olam
Bununla birlikte onun Kadirî gelenekten, Evhaddü’d-Dîn-i Kirmânî’nin bânisi olduğu gelenekten ve Buharalı Şeyh Sinan’ın yolunan geldiği de kaydedilmektedir. Bu denli farklı muhitlerle birlikte anılması, mürşidinin devrinde sufî mekteplerle yakın bir alakaya sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Bu hâl Yunus’a da intikal etmiş; söylediği şiirler ve okuduğu ilahilerle takdim ettiği mana, adeta toplumun farklı kesimlerinin buluştuğu bir meydan olmuştur. Bu bakımdan o, yaşadığı dönemde olduğu gibi, bugün de buluşma noktasıdır.
Her ne ise, onun hangi meşrebin mensubu olduğu tartışmalı olsa da, bir geleneğe mensup olduğu fikri açıktır. En azından kullandığı kavramlar, dayandığı metot ve tahlil ettiği nazariyeler itibariyle o tasavvuf ilminin künhüne vakıf, en girift meseleleri en makul ve doğru bir şekilde sunacak ve bunu bir üslûba tebdil edecek (sehl-i mümtenî) denli tecrübeye sahip bir derviştir. Bu itibarla onun Hâris el-Muhâsibî’den başlayarak tekâmül eden tasavvuf düşüncesini tevarüs ettiği, Mevlânâ ve Hacı Bektâş-ı Velî gibi devrinin mümtaz sufilerinden ve adlarını zikretmese bile Evhaddü’d-Dîn-i Kirmânî, İbnü’l-Arabî ve Sadreddîn-i Konevî gibi muhakkiklerinden haberdar olduğu anlaşılmaktadır.