Amentü: Vahyin Süzgecinden Şiire Damıtılmış Felsefe II/I

0

 

Topluma sunulan hazır anlama kalıplarını sorgusuz sualsiz kabul etmeyi ve başkası tarafından tanımlanmayı titizlikle reddeden şair İsmet Özel, şiirlerinde modern felsefenin terk ettiği varlık düşüncesini merkeze almış, ona tekrar dönmeye güçlü bir şekilde davet etmiş ve hayatta kalmanın meşruiyetini, hatta mazeretini mucib-i hayret bir dürüstlük ve cesaretle sorgulamıştır. Denilebilir ki, onun karakterini ve şiirlerini özel kılan özsel nitelik onun “kendisine mahsus bir sese sahip” olmak yönünde gösterdiği bu dirayeti ve cüretidir. Öyle ki, bunun bedeli olarak ömrünü ortaya koymuş ve fani varlıklar sınıfındaki insanoğlu için çok iddialı sayılabilecek bir yakarışta bulunmuştur:

(…)

beni bir ses sahibi kıl, kefarete hazırım

öyle mahzun

ki hüzün ciltlerinde adına rastlanmasın.[1]

 

Modernite felsefesinin unutmayı tercih ettiği varlık sorunsalı, Özel’in daha çok gençken (21 yaşında) yazdığı Partizan isimli şiirinde kendisine yer bulur. Bu şiirde varoluşumuzun sadece idrak edebildiğimiz kısmıyla bile kendimize bir ontolojik güvenlik alanı kurabileceğimize işaret edilir. Evet İsyan şiirinde ise anlarız ki, bunu sağlamak için, yani yeni bir insan, yeni bir dünya imajı inşa etmek için verili şartların içinde teşekkül etmiş “dünya imajına” teslim olmamız gerekmez. Bilakis yeni bir dünya imajı, varlık problemi çözülerek elde edilebilir. Dolaysıyla insana ve dünyaya yönelik bir inşa projesini, bir proje olarak değil, o projenin gerçekleşmesini sağlayan insan haline gelerek gerçeklik alanına taşımak gerekir. Yani tasarımı önce kendi varoluşumuzdan başlatmalıyız, -Özel’in metaforuyla ifade edecek olursak- varlık kazanma endişesi, insanın kendisini bir tasarıma doğru fırlatmasıyla anlam kazanabilir ancak. Zaten bize gerekli olan gerçekliği, bu istikamet üzere deneyimleyip tatmadan da o alanın varlığını anlayamayız.

İşte bu yazı serisinde felsefi bir eğilimle çözümlemesini yapmak istediğimiz “Amentü” şiirinde, Özel’in varlık düşüncesine yönelik taşıdığı hayati ilgi ve kaygı, iyice belirgin hale gelmiştir. Nitekim şair bu şiirin son dizelerinde varlığın algılanabilir kısmı hususunda bilincinin vuzuha kavuşmuş, yüreğinin ontolojik bir itminana ermiş olduğunu bir bakıma ilan eder:

varoldum kayrasıyla Varedenin

eşref-i mahlûkat

nedir bildim.[2]

Böylelikle şiir aracılığıyla insan varlığının, parçası olduğu bütüne duyduğu hasret ve özlem belli veçhelerden dinmiş ve bu anlamda bir hasret giderilmiştir. Ama diğer veçhelerden de şiddetlenmiştir. Çünkü insanoğlu ancak varlığının algıladığı kısmı ile baş edebilir, diğer kısım yüreğinde kocaman bir hasret duygusu olarak kalır. Pekiyi bir şiiri felsefî temayülle şerh etmenin manası ve meşruiyeti nedir?

Bir şiiri felsefî bir temayülle çözümlemenin anlamı, birçok kayıtla malul olan “ibârî dille” ifade edilmeye çalışılanın, varlığı doğrudan tatma deneyiminin ifade yolu olan “işârî dil” vasıtasıyla nasıl bir alan açılarak beyan edildiğini açığa çıkarma çabasıdır. Bunun meşruiyeti, bir çok yönden sorgulanmaya konu edilebilecekse de, varlığa dair iki ayrı arayış yönteminden (mantık ve şiir) birini diğerinin imkânlarından haberdar etme ve mümkünse istifade ettirme isteği şeklinde savunulabilir. Öte taraftan işârî dilin işaret ettiği hususları mahsus bir şiir bağlamında ibareye dökmek, “teori” tarafından sesi iyice kısılmış olan “temsilin” esasında gür bir sese ve zengin imkânlara sahip olduğunu hatırlamaya vesile olacaktır.

Bu mühim girizgâhtan sonra sadede gelip “Amentü” şiirinin işaret ettiği olguları, öncelikli olarak şairin mensur eserlerinden yararlanmak suretiyle çözümlemeye başlayalım:

 

Baba Çelişmezliği ve Anne Özdeşliği

İnsan

eşref-i mahlûkattır, derdi babam

(…)

mümkün olur babamı

varlık sancısıyla çığırmak

(…)

Hayat

dört şeyle kaimdir, derdi babam[3]

İsmet Özel bu şiirde hakikat arayışı uğruna terk ettiği menzilin, uzun bir yolculuktan sonra karşısına anlamın, esenliğin ve güvenin en uygun otağı olarak çıkmasının hayretini yoğun bir şekilde yaşamaktadır. Onca yol gittikten sonra aradığı şeyin esasında terk ettiği şey olduğunu görmesi onu sarsmıştır. Terk ettiği şey, aslında babası eliyle kendisine en sade şekliyle sunulan hakikatti. Ama o muhtemelen -yaşının hükmüyle- hakikatin bu sade formuna aldanıp nüfuza değer bulmadığından ve sadeliğin içinde katman katman anlamın, tüm derinliğiyle hakikatin saklı olabileceğine ihtimal vermediğinden uzun bir hakikat arayışına çıkmıştır. Ama nihayetinde aradığı ontolojik güvenin babasının söylediği “İnsan eşref-i mahlûkattır” sözünün bir remiz olarak işaret ettiği şeyde saklı olduğunu görmüştür. Bu husus, onun zihnindeki insan tasavvurunu şöyle inşa etmiştir: “Neyin varisi olduğu hakkındaki bilinç insanı insan yapar”. Bu yüzden “baba” onun muhayyilesinde yön gösterici, istikamet tayin edici bir yıldız olarak yer almıştır. Görülen o ki, baba, onun için gökle alakalı bir anlama sahiptir. Dışsal, ulaşılmaz ve irşat edicidir. İşte tüm bu hususların varoluşsal ve duygusal yoğunluğu nedeniyle Özel, bu şiirde uzun bir ayrılık ve hasretten sonra babasına kavuşup hasret gideren bir çocuk edasıyla “babam, babam” deyip durmuştur.

Bir geleneğin taşıyıcısı olması hasebiyle şiirdeki “baba” kelimesinin anlam çerçevesi oldukça geniştir. Şairin biyolojik babasının şahsında Hz. Âdem’den Hz. İbrahim’e, ondan Hz. Muhammed’e kadar cümle enbiya ve evliyayı kapsar. “İnsan eşref-i mahlûkattır” sözü ise enbiyanın vahyinden, evliyanın keşfinden bize miras kalan her hakikati temsil eder. Hemen belirtmekte fayda var ki, bu hakikatler farklı mümin müdrikelerden geçerek nesilden nesile aktarılmaya elverişli en sade formunu bulmuştur. Bu yüzden kolektif bir estetik zaikanın tüm derinliği ve güzelliğini yansıtırlar.

Burada istitraden şairin muhayyilesinde “anne” tasavvuruna değinelim. Özel’in diğer şiirlerine bakıldığında denilebilir ki anne insanın kendisine mündemiçtir. Dışsal değil, içseldir. Bir şeyin içinde ondan başka bir şeyin yer alması mümkündür ve bu şey insan için annesidir. Yani insan sadece kendisine değil, kendisine ve annesine özdeştir. Doğmadan önce insan annenin içinde fiziki olarak bulunur, ama doğduktan sonra artık anne insanın içinde yer alır. Buna “kavramsal olarak yer almak” veya daha başka bir ifade bulabiliriz. Ama onun orada yer aldığı bedihîdir. Anne, şairin algısında toprakla alakalı bir anlama sahiptir, toprak anadır yani. Bu yüzden koordinat belirleyicidir. İnsan, yerinin ne olduğunu, kendisinin nerenin yerlisi olduğunu annesinden öğrenir.

Nitekim annesiyle kurduğu bu özdeşliğin en bariz yansıması, annesinin anısına yazdığı “Münacaat” şiirinde ortaya çıkmıştır. O bu şiirinde ölümü -özellikle gençken ölmeyi- övgüye şayan bulmuş ve gençken ölmediğine tahassür etmiştir. Denilebilir ki, annesi, yani içinde taşıdığı yurdu öldüğü için o bu şiirinde “niçin yaşadığını” değil, “hâlâ niçin ölmediğini” sorgulamıştır:

 

Bu yaşa erdirdin beni, gençtim almadın canımı

ölmedim genç olarak (…)

bir gençlik ölümü saklı kaldı bende.

 

İnsan Tasavvuru ve Modern Zamanlarda Hidayet

İnsan

eşref-i mahlûkattır, derdi babam

bu sözün sözler içinde bir yeri vardı

(…)
varoldum kayrasıyla Varedenin
eşref-i mahlûkat

nedir bildim.[4]

Başlığı “amentü” olan bir şiirde, ilk kelimenin “billahi” olması beklenir, fakat Özel şiire ilk kelime olarak “insan” kelimesini tercih etmiş. Yani bir bakıma “Amentü bi’l-insani” demektedir. Bu husus esasında şairin hidayete erme sürecini çok etkili ve îcâzlı bir şekilde tasvir etmektedir. Zira mensur metinlerinden anlaşıldığı üzere Özel “vahiyden” soyutlanan aklın her atılımında insanı başka bir veçheden değersizleştirdiğini görmüş ve bunu hiçbir zaman kabullenmemiştir. Bu yöndeki sorgulamalarının neticesinde insan şerefine yakışır değeri veren insan imajının esasında miras aldığı kodlar içinde mevcut olduğunu görmüştür. Bu durum da onun hidayetiyle sonuçlanmıştır. Denilebilir ki, “Siz, kendiniz hakkında basiretli bir görüye hiç sahip olmayacak mısınız?” (Zâriyât, 51/21) mealindeki ayet şairin bilincine doğmuş ve onun önünde hidayete açılan istikameti aydınlatmıştır. Zira hidayet tüm arayışların, sorgulayışların toplamından daha fazla bir şeydir. Kalbe atılan bir nurdur, taltif edilmeyi hak eden güzel bir ruha verilmiş ilahî bir hediyedir.

Özel, henüz ihtida etmemişken de dünyada hüküm süren müesses nizam tarafından “bilimsel” atılımların, Hristiyanlıktaki muharref bakış sonucunda ortaya çıkan insanı “doğuştan kirli, aşağılık ve günahkâr” sayan inancın uzantısı sayılabilecek teorilere payanda kılınmasını, keza bilimsel gelişmelerin üzerine zemininde muharref bir dinin kabulleri bulunan ve insanı değersizleştiren ideolojiler giydirilmesini benimsememiştir. Zira “İnsan eşref-i mahlûkattır” sözünün onun nezdinde hep müstesna bir yeri var olagelmiştir. Şairin düşüncesinde -yine nesirlerinden anladığımız üzere- insanın kendisini tanımasının neticesinde Allah’a ulaştığı tek düşünce biçimi İslam’da vardır. Zira İslamî bakışta “insana” inanmayan, onun değerini takdir etmeyen bir bilinç Allah’a da inanmaz ve O’nu hakkıyla takdir edemez. Buna karşın Yahudilikte insan kendisine Tanrı olduğunu, Hristiyanlıkta ise Tanrının çocukları olduğunu anlamak üzere bakar. Dolaysıyla insanın insan olarak mahiyetine sadık kalan ve insan olmaklığı bakımından şerefine uygun değeri veren tek tasavvur İslamî tasavvurdur.

Moderniteye geldiğimizde onda “ibret alma” eğilimi, âlemden (hatta âlemlerden) bir alamete, oradan bir neticeye varma şeklindeki düşünce tümden terk edildi. Modernite, varoluşu çatışmacı bir şekilde algılamaya temayül ederek insan varoluşunun “sorularla” kuşatılmış olmasını insana yönelik bir saldırı olarak yorumladı. Oysa vahyin gölgesinde neşet eden kültür ve medeniyetler bu durumu, insana ve cümle mahlûkata yönelik “bir şefkatin belirgin kılınması” şeklinde anladılar. Zira dinî tasavvurda varolmanın bizzat kendisi şükrü ifa edilmesi gereken büyük ilahî bir nimettir.

İsmet Özel, bilimsel gelişmelerin insanoğlunun değersizleştirilmesi için payanda kılınmasını aşağıda yazı diline yaklaştıracak ufak değişikliklerle verdiğimiz bir konuşmasında şu şekilde açıklar:

“İlk modernlik işareti Avrupa’da ve İslam dünyasında kabul edilen kâinat tasvirinin terk edilmesi oldu. Yani Immanuel Kant’ın Kopernik devrimi dediği şey oldu. Kâinatın merkezinde dünyanın olmadığı, güneşin sabit kaldığı, gezegenlerin onun etrafında döndüğü, bu gezegenlerden birinin de dünya olduğu fikri Avrupa’da galip geldi. (…) Herkesin içine bir kurt düştü. Yani dünya kâinatın merkezinde değil. Alalede bir yerdeyiz. Bulunduğumuz yerin önemi yok. Daha önemli yerler olabilir. Böylece dünyada bulunmak kıymetli bir şey olmaktan çıktı. Çünkü dünyanın kendisi kıymetli bir şey olmaktan çıktı. Merkezde değil artık, en önemli yer değil.

 

Bunu bugün modern dünyayı oluşturan ikinci şey takip etti: Darwin’in evrim teorisi. Bu teoriyle birlikte insanların kafasına insanın tür olarak gelişme sonucunda doğmuş bir şey olduğu nakş oldu. (…)İnsanlar şöyle düşünmeye başladı: Evet, dünya önemli bir yer değil ama insan olmak da önemli değil. Maymunlarla ataları aynı, tek hücrelilerden gelişe gelişe böyle bir şey ortaya çıkmış. Yani insan olmak öyle kıymetli bir şey değil. Nihayet o da bir tür. Bu fikri içinde taşıyarak insan kendisine nasıl bakabilir? Kendi hakkında bilinci nasıl edinebilir? Günah sevap konusunda bir fikre varabilir mi? Hayır. Ben de nihayet bir hayvanım. Bunun günahı sevabı mı olacak? Kediler için günah yoksa benim için de yok.

 

Modern insanı kendini tanımaktan alıkoyan üçüncü şey Psikanaliz oldu. (…) Psikanaliz bize şunu gösterdi: İnsanın bir bilinçli hayatı vardır, ama bu buzdağının görünen kısmı kadardır. Bizim asıl zihin mekânımız suyun altında bulunan daha büyük kısımdır. Bilinçaltı bilinci tesir altında tutar. Yani insan aklı başında bir yaratık değildir. Birçok yabancı tesir altındadır. İnsan davranışı dediğiniz şey, aslında birçok türün davranışının karmakarışık hale gelmiş ve hiçbir zaman rasyonel karar vermesine imkân tanımayan böyle tuhaf bir şeydir. Böylece insanı, saldırgan, bencil, haz düşkünü ve irrasyonel bir yaratık olarak anlamak mecburiyetinde kaldık. Yani Batı’dan bize ithal edilen insan imajı netice itibariyle bizim insan şerefine yakışır bir hayat yaşamamıza mani olan bir mantalitedir. Bütün bunların bizim Kur’an’dan öğrendiklerimizle hiçbir bağı yoktur. Hepsi Kur’an’ı inkâr etmemizi kolaylaştıran şeylerdir. (…)”[5]

Biz buna “yapay zekânın” geldiği noktada teknolojik gelişme payanda kılınarak insanın nihai değil, bir “ara tür” olduğu düşüncesinin eğitim ve sinema ürünleri aracılığıyla yetişen nesillerin kafasına zerk edilmesini de ekleyebiliriz. Buna göre insan dediğimiz varlık kusurlu, limitli, hastalıklı, bin bir manevi zaafla malûl ve mümkünse aşılması gereken bir ara tür sadece. Ne eksik ne fazla.

Bir şair-düşünür olması hasebiyle Özel elbette ki felsefî sorunlar hususunda politik arenada cereyan eden retoriğe bakarak düşünce inşa edecek değildir. O, işin tabiatı gereği kendisi gibi şair ve düşünürlerin beyan ettikleri düşünceleri nazar-ı itibara almıştır. Burada oldukça popüler Batılı bir düşünürün ibretlik bir beyanına, insana politik retorik düzeyde verdikleri değer ile zihinsel tasavvur düzleminde verdikleri değerin ne denli farklı olduğunu göstermek için yer verelim: “İnsan öyle bir varlık ki, rastgele var olduğunu hisseder, yani kendi zatını hiçbir şeye yaramayan bir abes olarak idrak eder ve kendisinin bir artık, bir ihtiyaç fazlası olduğunu daima bilir.”[6]

 

Kaynakça:

[1]     İsmet Özel, Erbain, İstanbul: Şule yayınları, Basım 17, 2005, s. 198.

[2]     Özel, erbain, 184.

[3]     Özel, Erbain, 177-184.

[4]     Özel, Erbain, 177, 184.

[5]     https://www.youtube.com/watch?v=N_Wmer50_fk

[6]     J. P. Sartre, L’Etre et le Néant, (Arapçaya çev: Zekeriya İbrahim), Paris, Gillimard, 1943, p. 126.

Önceki İçerikHakikatin Keşfi I
Sonraki İçerikHakikatin Keşfi II
Muhammet Ateş, 1984’te Konya’nın Cihanbeyli ilçesinde doğdu. Klasik usulle İslami ilimler tahsil etti. 2002’de tekmil-i nüsah edip ilmî icâzet aldı. 2009’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 2009 ile 2013 yılları arasında Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Arapça okutmanlığı yaptı. Uludağ Üniversitesinin Sosyal Bilimler Enstitüsü İslam Felsefesi Bilim Dalı'nda hazırladığı Taha Abdurrahman’da Modernite Düşüncesi başlıklı teziyle 2017 senesinde yüksek lisansını savundu. 2018 yılında başladığı doktora çalışmasını “Mantık ve Fıkıh Usûlü İlişkisi” isimli tezini hazırlayarak sürdürmekte ve Dumlupınar Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi’nde Araştırma Görevlisi olarak çalışmaktadır. Halihazırda doktora çalışmasının yanı sıra “dil felsefesi” ve “geleneği okumada yöntem arayışları” gibi konular üzerinde çalışmaktadır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here