Ne demiştik? “Ben bilirim.”, “Ben bulurum.”, “Ben kurtarırım.” diyenler kendilerini ve başkalarını aldatanlardır. Hepsi birden aldananlardır. Aldatan da aldanan da kaybeder. Biri sahtekârlığından diğer tamahkârlığından.
Bunlar birkaç tipten oluşur: Kimi göksel âlemle ilişki kurduğunu iddia eder, kimi gökteki yıldızlardan yorum üretir, kimi ilahî alandan bilgi aldığını ihsas eder, kimi düşe yatıp ermiş havasına girer, kimi ise gündüz gözü kimsenin görmediğini görür… Çoğaltmak mümkün bu örnekleri. Akıllı sanılan bazı insanların yanlış yorumları da bu tiplere dayanak teşkil eder.
Geçmişte koca koca adamlar, göğü hakikatin kaynağı, kapalı bilginin yumağı, hakikat erenlerinin oymağı zannetmişler. O kaynağa ulaştıklarında, yumağın bir ucunu tuttuklarında, göktekilerle irtibat kurduklarında, hakikate ulaşacaklarını vehmine kapılmışlar. Kimi faal akılla ilişki ve iletişim kurma derdine düşmüş, kimi fanilik perdesi arkasında bakilik düşüne yatmış; kimi erdim, kimi ulaştım, kimi ilişki kurdum, demiş. Ama her birine itibar edenler bulunmuş. Bu itibarlar onları daha bir tahrik etmiş, uçurumun kenarına itmiş, kimi düşmüş, kimi son anda kurtulmuş.
Aldatanlar da aldananlar da verilen imkânları ve bulundukları şartları yeterli bulmayanlardan çıkmış; sizin anlayacağınız duygularına yenik düşen, harislerden ve kanaatsizlerden. Daha fazlasını istemiş, hırs sarmalının içine düşmüş, döndükçe dolanmış, dolandıkça ilerlediğini sanmış; dönmenin verdiği sarhoşluğa kapılmış; gündüz güneşin parıltısı, gece ayın ışığı, yıldızların ışıltısı gözünü almış, böylece geçici ışıkların cazibesine kapılmış, sonunda her şey kararmış, bir çukura yuvarlanmış, dibi bulmuş, ne kendi olmuş, ne etrafını oldurmuş…
Düşünmezler ki evren, Allah’ın yarattığı varlıkların bütünü, insan bu bütünün küçük bir unsuru. Evreni de insanı da parçalayanlar, her ikisine de zarar vermişler, hâlâ vermekteler. Hâlbuki evren göğüyle ve yeriyle, görüneniyle ve görünmeyeniyle bir bütün olduğu gibi, insan da ruhuyla ve bedeniyle bir bütün. Yer göğe, görünen görünmeyene, insan evrene, ruh bedene, beden ruha… Ama hepsinin toplamı bir Yaratıcıya muhtaç. Her bir parçanın tek başına, ne bir anlamı ne de kendine yeterli olması söz konusu. Ne işe yarar tek başına ruh veya ruhtan ayrılan beden? Gidenin gelmediği yer olmasa ne anlam ifade eder yaşanılan hayat? Bir gün gelecek, vakit dolacak, o gelinmeyen yere herkes gidecek.
Her şey fâni, Allah bâki; her şey muhtaç, Allah müstağni.
Demek ki neymiş? Evrene, insana, hayata ve varlığa bir bütün olarak bakmak gerekmiş. Görülen ayrılıklar ve aykırılıklar seni aldatmasın! Kadın ve erkek, birbirinden ayrı ve birbirine aykırı ama insanlığın devamı onların birlikteliğine bağlı. Toprak, hava, ateş ve su da birbirinden ayrı ve birbirine aykırı. Ama toprak havaya, hava suya, su ateşe ve insanoğlu hepsine muhtaç.
Kopabilir misin topraktan, içme hele bir sudan, nefes alma havadan, ısınma ateşten?
Niye korkar insanlar acaba son nefesten?
Sen bu saydıklarımda güç vehmetme, hepsinin ipi Yüce Kudretin elinde. Nefes verdiren de, nefesini kesen de O’dur nihayetinde. Zira Yüce Yaratan böyle kurmuş düzeni, her şeyi her şeye muhtaç kılmış, hepsinin ipini de avucuna almış.
Hakikati keşfetmek, işte bu bütünü görüp her şeyin bir ve yegâne olan Yüce Allah’ın bilgisi, dilemesi ve eylemesine bağlı olduğunu bilmektir. Aksi ise, çokluğun sarhoşluğuna kapılıp bütünlüğü görmemek, ayrılık derdine düşüp birliği yok etmek, vahdet denizinde kesret dalgasına kapılmak, yüce dağda bir tümseğe takılmak, düz ovada bir çukura saplanmak, denizi geçip derede boğulmak, dağı aşıp düz yolda şaşırmaktır.