Revnakoğlu’nun İstanbul’u veya Tekkelerin İllegal Tarihi

0

1925 yılının son günlerinde çıkan 677 sayılı kanun, Türkiye’nin dinî hayat ve kültür tarihinde bir takım olumsuz neticelere sebep olması açısından ne kadar önemli bir metin ise yaklaşık yüz yıl sonra çıkan bu eser de olumlu bir faaliyet olarak o kadar mühimdir. Çünkü söz konusu kanun ile tekke ve zaviyelerin faaliyetlerine son verilmiş,  üzerinde yaşadığımız topraklara bin yıldan beri ahlak ve maneviyat tohumu eken bir kurumun kapılarına kilit vurulmuş, böylece tasavvufî eğitimle beraber büyük şahsiyetlerin türbelerini ziyaret de yasaklanmıştır.

Dönemin yönetim özelliklerinin gereği olarak kanunun âmir hükümleri yakından takip edilmiş,   Takrir-i Sükûn kanunuyla bütün muhalif sadalar sert tedbirlerle susturulmuş, İstiklâl Mahkemeleri’nin rüzgârıyla karşı yorumlara hiçbir imkân tanınmamıştır. Bu zor zamanda büyük sıkıntıyı, düne kadar toplumun saygıdeğer insanlarından biri olan şeyh efendiler çekmiş, onlar “yuvasız kuşlar gibi olmuşam perâkende” hikmetini mırıldanırken tedavüldeki bütün olumsuzluklar onlara fatura edilmiş, bu şahsiyetlerle ilgili itibarsızlaştırmalar son noktasına kadar götürülmüş, yer yer  “vatan hainliği” ile anılır olmuşlardır. Bu arada bazı yazarlar mesela  “Dinsel Türk Dansı” dedikleri zikir meclisleri ile ilgili araştırma ve incelemeler yapmak, kayıt altına almak gerektiğini söyledilerse de o hengâmede bu gibi seslere kulak kabartabilecek bir kişinin bulunması zaten mümkün değildi.

İstanbul tekkelerinin Cumhuriyet öncesi tarihini beş ciltlik eserinde şeyhleriyle, dervişleriyle, bâciyân ve muhibbânıyla birlikte kaleme alan Sefine-i Evliya’ nın[1] yazarı Hüseyin Vassâf 1929 da âlem-i cemâle intikal etmişti. Şimdi işin zor tarafını kim yazacaktı? Bu “yasak meyve”ye kim nasıl yaklaşacaktı?

Celâl Cemâl

İlk soru şudur: “Bu zor dönemi yaşayan şeyh efendilerin tutumu nasıl olmuştur? Nasıl bir tavır sergilemişlerdir?” sorusunun peşine düşenler, birbirinden çok farklı ve renkli cevaplarla karşılaşabilirler. İlgili kanunu sessiz protesto edenler olduğu gibi otuzlu yılların malum dil politikalarına eserleriyle omuz veren dilci şeyh efendiler de vardır. (c. 4, s. 1706) Bu farklı tavırların detayına şimdilik girmeden[2] dervişlerin bir anlayışına işaret ederek Cemaleddin Server Revnakoğlu’na gelelim. Dervişler hayata, hayatta olup biten olaylara bakarken  “celâl içre cemâl vardır” ilkesini esas alırlar. Yani onlara göre büyük sıkıntılar, içlerinde güzelliğin tohumlarını da barındırırlar. Bir diğer ifade ile gül ile diken hayatta her zaman yan yanadır. Sadece dikeni görmek bizi kötümserliğe,  umutsuzluğa, sadece güle odaklanmak ise bizi gevşekliğe, şımarıklığa, vurdumduymazlığa sevk edebilir. Onun için dervişler en olumsuz ve can sıkıcı  olaylardan bile bahsederken söyleyeceklerini söyler;  söyleyemedikleri için  birileri hakkında ileri geri laf etmez, kusuru kendinde arar ve  sözü şöyle bağlardı: Sırr-ı kader azizim..  Tekkeleri sırlanan insanların bir kısmı da düşüncelerini Üsküdar Rifâî Debbağlar tekkesi şeyhi Hayrullah Taceddin Efendi ile birlikte şöyle ortaya koyuyordu:

Tekyeler mesdûd diye ârif olan çekmez elem

Tekye-i iklim-i lâhût her zaman meftûhtur[3]

Otuzlu kırklı yıllarda İstanbul’un tarihini yazmak kolaydır. Hele çeşmelerden, sebillerden, yalılardan, konaklardan, Ramazan eğlencelerinden, surlardan tiyatrolardan bahsetmek daha da kolaydır. Medreselerden bahsetmek isterseniz biraz duraksamanız gerekir, hele tekkelerden bahsedecekseniz, tekkelerin son şeyhlerinin fikirlerini, yorumlarını aktaracaksanız biraz daha durup düşünmeniz, ince eleyip sık dokumanız gerekir. Mesela bu kurum ve kişiler hakkında konuşup yazacaksanız bazı kelimelerin yerine farklı kelimeler bulmanız cümlelerinizi ona göre kurmanız gerekebilir. Çünkü mezkûr kanun bazı kelimelerin kullanımını dahi yasaklamıştır.

1930’lu yıllarda sadece siyasiler değil elinde kalem olan herkes tekkelerin aleyhindedir. Lehinde yazabilen tek kişi Osman Nuri Ergin’dir. Beş ciltlik Türk Maarif Tarihi’nde bu kurumların mazideki bazı müspet faaliyetlerinden çok dikkatli bir üslupla bahsetmiştir. Zaviyelerin Osmanlı toplumunda oynadığı müspet rolü, arşiv belgelerine dayanarak Vakıflar Dergisi’nde yayınlanan uzun bir makale ile 1942 yılında ilk defa anlatan zat ise Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan’dır.

Tekkeler sırlandığında Revnakoğlu 13 yaşında Galatasaray Lisesi öğrencisi olan bir çocuk; harf inkılabı olduğunda ise 16 yaşında bir delikanlıdır. Konjoktürel şartlara uygun olarak horlanan, kimsenin yanından bile geçmek istemediği tekke kültürü ile ilgili her şeyin yok olup gittiği bir dönemde o, bu kültürün bütün unsurlarını tespit etmek için kolları sıvadı. Resmî görevinin de buna imkân vermesiyle birlikte bizim “celâl içre cemal” ilkesinin tecellileri bir bir gözükmeye başladı. Metruk tekkelerin, mahzun şeyhlerin, ketum dervişlerin, çökmekte olan tekke ve türbelerin fotoğraflarını çekmeye başladı. Bu zor zamanda son temsilcilerle konuşmaya ve onları konuşturmanın yollarını aramak için yollara düştü. Bir anlamda “Fincancı katırlarını ürkütmeden” din ve kültür tarihinin peşine düştü. Bu çok önemli ve aynı zamanda çok zor bir mesele idi. Çünkü 1925 de cereyan eden Şeyh Sait ve 1930 da patlak veren Menemen Olayı’ndan sonra kimse konuşmuyor, konuşamıyor, konuşmak istemiyordu. Revnakoğlu’nun bu mühim ve “tehlikeli” bilgileri tek tek toplarken, ilgililerle mülakatlar yaparken “karşılıklı güven ortamı”nı nasıl oluşturduğunun detaylarını bugün bile tam olarak bilemiyoruz. Ama şunu biliyoruz: Yazarımız doğduğu günden beri tekke atmosferiyle, tarikat dünyasıyla, erenler sohbetiyle iç içedir. Kendi ifadesiyle “göbeği dergâhda kesilmiştir.”[4] Ama içinde bulunduğu hukukî vasatın da şuurundadır. Dikkatsizliğin sebep olacağı bir “trafik kazası” hem onun hem de anlamaya ve kamuoyuna anlatmaya çalıştığı insanların başını derde sokabilirdi.

XX. yüzyıl, bütün dünyada tarihî şehirlerin ve yapıların en şanssız yüzyılıdır denebilir. Avrupa şehirleri iki dünya savaşı ile kendi kendini âdeta yok ederken bizimkiler de bazen Hicaz bölgesinde olduğu gibi dinî/mezhebî anlayış sebebiyle bazen da işgal, ihmal, ihtilal, zorunlu nüfus hareketleri ve diğer sebeplerle birçok mimarî değerimizi/belgemizi kaybettik. 1927 tarihli kitabelerle, 1928 tarihli harflerle ilgili kanunlar bunun tuzu biberi oldu. Bu açıdan elimizdeki eserde yer alan insan, kitabe ve yapı fotoğrafları da kültür tarihimiz açısından çok önemlidir. Çünkü büyük çoğunluğunun yerinde bugün yeller esiyor. Bu arada son elli yılda köyden kente göçün ağır faturasını ödemeye başladık. Plansız şehirleşmenin getirdiği/getireceği afetlerden bir kısmının henüz farkında bile değiliz.

Sadece İstanbul mu?

Eser doğrudan İstanbul hatta Fatih ile ilgili görülüyorsa da dolaylı olarak bütün İstanbul ve Osmanlı şehirleriyle yakından ilgilidir. Bu açıdan yazarın müstear isimlerinden biri dikkat çekicidir: Erzurumiyatcı. Erzurumlu İbrahim Hakki Ve Marifetnâme isimli eseri 1961 yılında basılmıştır. Türk İslâm Âleminde Tarikatlar Tarihi isimli eseri aylık fasiküller hâlinde Haziran 1966 tarihinde yayımlanmaya başlamış ancak ikinci fasikül son fasikül olmuştur.[5] Onun eserleri Buhara Bursa Bosna hattı ile ilgili dikkat çekici bilgileri ihtiva ettiği gibi Kırım Kastamonu Kahire çizgisine de zaman zaman ışık tutmaktadır. Kitapta yaklaşık üç yüz defa geçen Üsküdar’ın yanında Üsküp Rifâî tekkesinin şeyhi Yahya Kemal’in üstadı Sadeddin Efendi hakkında da geniş bilgi bulabilirsiniz. Arayanlar Sivas Kongresinin mimarlarından biri olan, 22 lehçesiyle birlikte Hintçe, Arapça, Farsça, İngilizce, Fransızca, Almanca bilen Şeyh Abdullah Haşimî ve halifeleri hakkında da geniş ve renkli bilgiler bulabilirler. (c.5, s. 2212-2215)

1977 yılından beri yaşadığımız ve bu eserde 110 defa ismi geçen Bursa örneğini açarak konumuza devam edelim.

677 sayılı kanun çıktığında Niyazı-i Mısrî tarafından Bursa’da kurulan dergâhta Şemseddin Mısrî postnişin idi. O da Bursa kültür tarihini aydınlatmak için ter döken ariflerden biridir.  Bursa’nın camilerine, medreselerine, tekkelerine, mezarlarına, türbelerine, şairlerine… ayrı ayrı eserler tahsis etmiştir.[6]  Şemseddin Mısrî (Ulusoy )1936 yılında vefat ettiği için kendisinden fazla istifade edememiştir. (bk. c.1,s,346) Fakat oğlu Fehameddin Efendi ile tanışmış, onun aracılığıyla Şemseddin Efendi’nin kardeşi, Bursa Seyyid Usûl dergâhı son postnişini Ali Haydar Efendi’den bilgi almıştır. Bu bilgiler sadece Bursa ile de sınırlı değildir. Ali Haydar Efendi, İstanbul Koska’da Abdüsselâm nâm-ı diğer Kovacılar dergâhı şeyhleri için bildiklerini uzun bir mektup hâlinde 1953 yılında Revnakoğlu’na iletmiştir. (c. 5,s. 2081)

Fehâmeddin Efendi mektubun sonuna şu notu düşmüştür:

Efendim,

Emr-i âlileri üzere istediğiniz malümatı amcama yazdırttım. Hak erenler kolaylıklar ihsanıyla eserin tab’ına muvaffak olursunuz. Ahlâfa büyük hizmetiniz alacaktır. Hürmet ve muhabbetlerimi bilvesile takdim ederim efendim.

Mehmed Fehâmeddin el- Mısrî

*

Din, ilim, irfan ve kültür hayatının sacayağı olan cami, medrese ve tekke ile bu kurumların sorumlusu olan imam, müderris ve şeyhlerle ilgili başka hiçbir kaynakta bulunamayacak olan bilgileri bu eserde bulmak mümkündür. Acı bir gerçek de şudur: Tarikat ehli olmak 1925’ten önce makbul, sonra makhûr olduğu için Revnakoğlu’na güvendiğinden dolayı dervişliği hakkında bilgi veren bazı mühim şahsiyetler kendilerinin vefatına kadar söz konusu bilgilerin saklı tutulmasını talep etmişlerdir. (Mesela bk. c. 1, s, 148)

Elli yıldan beri İstanbul’un kültür tarihi ile ilgilenen herkes “Revnakoğlu Arşivi” ile gıyaben tanışmış, en azından ismini ve önemini duymuştur. Fakat bu giyâbî tanışmayı vicahiye çevirenlerin çoğu süküt-i hayâle uğramışlardır. Çünkü arşiv –tasavvuf terimleri gibi- kendini hemen ele vermeyen bir bilgi hazinesidir. Bu hazinenin resmî varisleri olmadığı için evden Divan Edebiyatı Müzesi’ne oradan Süleymaniye Kütübhanesi’ne taşınırken bir kısmı kaybolmuş bir kısmını “açgözler” bir kısmını da “açıkgöz”ler götürmüştür. İfade etmek gerekir ki Revnakoğlu’nun kaleminden çıkan harflerin ve kelimelerin bir kısmı şifre gibidir. Usulüne uygun tam bir tasnifinin yapılamamış olması da başka bir meseledir. Onun için bugüne kadar bu ağır yükün altına kimse tek başına girmeye cesaret edememiştir. Bazı akademisyenler dipnotlarını zenginleştirmek için alabildiği üç-beş bilgi kırıntısı ile yetinmek zorunda kalmıştır.  “Birlikte yapalım” düşünceleri de bugüne kadar netice vermemiştir.[7]

Ne demişler: Her şeyin bir vakt-i merhûnu vardır.

Revnakoğlu’nun vefatından bir sene sonra doğan bir zat; bir dil ve kültür tarihi uzmanı bu yükün altına girdi ve tek başına bu yükü kaldırdı. İstinye Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mustafa Koç’a yardımcı olan herkese bu topraklarda yaşayan insanlar olarak teşekkür borcumuz vardır. Ali Özcan, Büşra Avşar, Ubeydullah Kısacık, Ahmet Emre, Mikail Cengiz..[8] Mustafa Hoca, eseri yeni harflere aktarmakla kalmamış ilave metinlerle okuyucunun önünü açmış, eserden istifade etmeyi en üst seviyeye çıkarmanın yollarını aramıştır. Revnakoğlu’nun hayatı, çevresi ve eserleri ile ilgili 160 sayfalık bölüm ise esere ayrı bir zenginlik katmıştır.

Bu muhteşem eseri beş cilt halinde şanına layık, revnaklı bir şekilde bastırarak ilim ve kültür dünyasına sunan Fatih Belediyesi Başkanı M. Ergün Turan ve ekibine de müteşekkiriz. Bu eserle birlikte İstanbul tarihinin, kültür tarihinin, tasavvuf tarihinin bilinmeyen birçok konusu aydınlanmış, yakın tarihin bazı meçhul kahramanları malum olmuş, Dersaadet’in tarihi ile ilgilenenlerin işi kolaylaşmış, tarihten ders almak isteyenlere ise büyük bir kapı aralanmıştır.

Son olarak şöyle bir cümle kuralım: İbnülemin Mahmud Kemal Son Asır Türk Şairleri’ni yazmasaydı Türk Edebiyat tarihinin son yüzyılı ile ilgili birçok bilgi ve belge tarih sayfalarına intikal edemeyecekti. Aynı şekilde Revnakoğlu’nun erenlerin himmeti ile ortaya koyduğu bu emek, sabır ve gayret dolu eseri de özellikle tasavvuf tarihinin bu coğrafyada kaybolup gitmekte olan pek çok yadigârını tespit etmiş, başka kaynaklarda bulunamayan dikkat çekici bilgileri kayıt altına almıştır. İlk defa burada yayınlanan “Hatırat”, ilk defa burada kisve-i tab’a bürünen mektuplar, risaleler vardır. 2500 sayfalık eserden sadece bir not aktaralım: Beylerbeyi Bedevî Tekkesi son şeyhi hattat Mehmet Ramî Efendi yazdığı Tevrat’ı büyükelçilik yoluyla Roosevelt’e, İncil’i Churchill’e, Kuran-ı Kerim’i de Mısır/Tanta’da Hz. Pir Ahmed Bedevî tekkesine göndermiştir. (c. 3, s. 1113)

Eseri dikkatle okuyanlar son yüzyıl itibariyle tekkeleri ve dervişleri itibardan düşürmek için bazen  “bir hırka bir lokma” hikâyesiyle, bazen “İslam’da tarikat yoktur” teranesiyle bazen başka  “ninni”lerle uyutulanları uyandırabilecek bir zenginliğe sahiptir. Din ve kültür tarihimizin önemli bir bölümünü oluşturan tekke kültürü ile ilgili meselelere yazarımızın tarafsız olarak baktığını görmek isteyenler ise 3. cildin 1214-1215. sayfalarını okumalıdırlar.

Şimdi, 23 Eylül 1968 günü İstanbul’da vefat eden dervişimizin mezar taşı için dostlarının kaleme aldığı metni okuyalım:

“HÛ Kâffe-i turuk-i aliyye erbâb-ı meclûbundan olup ömrünün kırk yılını İstanbul mezarları ve tekâyâsını araştırmakla geçirip neşredemediği İstanbul Tekkeleri Tarihi’nin müellifi şâir, edib, natuk, hatip, nükteperdâz, rind, derbeder,  muharrir, münekkid, müverrih, aktör, üstâd Cemâleddin Server Revnakoğlu burada medfûndur. Ruhu şâd u handân ola”

Son cilve şöyle: Ömrünü adeta mezar taşı kitabelerini okumakla geçiren bir insanın mezartaşına işlenmek üzere kaleme alınan bu metin, taş ustasının “çok uzun oldu, taşa sığmaz” gerekçesiyle yazılamadı.

Sırr-ı kader.

*

Artık bu revnaklı kitap için bir tarih düşürmenin zamanıdır:

Cemâle nâzır bir âdemoğlu

Celâle hâzır bir Serveroğlu

Çıktı üçler tarihin söyledi:

“CEMÂLÜDDİN SERVER REVNAKOĞLU”   2022

*

Rahmetle ve gönülden dualarla anılmak ne güzel şey!

İstanbul’un İç Tarihi’ nin içine dalabilmek ne güzel şey![9]

Dipnotlar:

[1] Nşr. Ali Yılmaz-Mehmet Akkuş, İstanbul, 2006.

[2] Geniş bilgi için bk. M. Kara, Günümüz Tasavvuf Hareketleri, İstanbul, 2002,  Buhara Bursa Bosna, İstanbul, 2016, s.533 vd.

[3] Bursa Mısrî dergahı şeyhinin hüznünü ifade eden şiirleri için bk . Kara, Buhara Bursa Bosna,. s.498 vd.

[4] Ömrünün son dört yılında kapı komşumuz imiş ama benim haberim yokmuş!. Bendeniz İstanbul İmam Hatip okulunda 1964-1970 yılları arasında yatılı okuduğum için okulumuzun bitişiğinde olan Mermerşahi sokağında bulunan iki katlı ahşap evde yaşıyormuş. MK.

[5] Bu fasiküllerdeki bilgiler ile bazı makaleleri bir araya getirilip 2003 yılında basılmıştır: Eski Sosyal Hayatımızda Tasavvuf ve Tarikat Kültürü.

[6] Bu eserlerden on tanesini dostlarımla birlikte yeni harflere aktardık, Osmangazi Belediyesi yayınları arasında çıktı. 2021-2022.

[7] Eser yayınlandıktan sonra dostum Bedri Mermutlu’dan duydum: “Yıllar önce birkaç arkadaşa bu işi teklif ettim. Fakat müspet cevap alamadım.”

[8] Gerek yaşarken gerekse vefatından sonra onun hayatı ve eserleriyle ilgili yazı yazanlara da müteşekkiriz: Murat Uraz, Erdem Yücel, Nezih Uzel, Asım Sönmez, Necdet İşli.

[9] Umran dergisinin Ağustos 2022 de çıkan sayısında bu neşirle ilgili farklı yazılar ve değerlendirmeler vardır.  Yıllarca İstanbul tekkeleri üzerinde araştırma yapan M. Akif Köseoğlu’nun tespit ve değerlmendirmeleri ise beklenmektedir.

Önceki İçerikDijital Çağ ve İnsan
Sonraki İçerikKur’an Kıssaları Nasıl Okunmalı?
1951’de Rize’de doğdu. 1970’de İstanbul İmam Hatip Okulu’nu, 1974’de Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü’nü bitirdi. Şebinkarahisar ve İspir Liselerinde öğretmenlik yaptı. 1977’de Bursa Yüksek İslam Enstitüsü Tasavvuf Tarihi asistanlığına atandı. 1983’de doktor, 1989’da doçent, 1994’de profesör oldu. BUÜ İlahiyat Fakültesi Tasavvuf bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapan Kara, 2019 yılında emekli oldu. İlk eseri Tekkeler ve Zaviyeler ile Türkiye Milli Kültür Vakfı, Günümüz Tasavvuf Hareketleri adlı eseriyle Türkiye Yazarlar Birliği ödülünü aldı. Dört çocuğu, yedi torunu vardır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here