Yakınlarda Fahr-i âlem Efendimiz’in (s.a.v.) Kâ’b b. Züheyr (r.a.) Hazretleri’ne hediye ettikleri Hırka-i şerif’lerinin muhafaza edildiği daire restore edildi. Bu dairenin ziyarete açılması münasebetiyle Devlet erkânı tarafından salât-ü selamlarla ziyaret edilen Hırka-i saâdet, 124 cm. boyunda geniş kollu, siyah yünlü kumaştan dikilmiş krem renginde yün astarlı bir hırkadır. Hırka, Sultan Abdülaziz tarafından yaptırılan iç içe iki altın sandıkta bohçalara sarılı olarak, Topkapı Sarayı’nda muhafaza edilmektedir. Osmanlıya intikalinden bu güne, hatıraların en azizi olarak saklanan, Resûl-i müctebâ Efendimiz’in (s.a.v) mübarek kokusunu taşıyan bu emanetin kuşkusuz kendisi kadar aziz bir de hediye ediliş hikâyesi vardır.
Mekke fethedilmiş, Server-i enbiyâ Efendimiz (s.a.v); “Bu gün sizlere Yûsuf’un kardeşlerine dediğini diyorum: ‘Geçmişte yapılanlar kimsenin yüzüne vurulmayacaktır!’” buyurmuşlar, genel bir af çıkarmışlardır. Bu affın, kuşkusuz bazı istisnaları olmuş; bazı kişilerin görüldükleri yerde infaz edilmeleri ferman buyurulmuştur. Bunlardan birisi de Cenâb-ı Peygamber’i (s.a.v) ve Müslümanları şiirleriyle acıtan, rencide eden Ka’b b. Züheyr’dir (ö. 24/645 [?]). Ka’b, cahiliye şiirinin en önde gelen şairlerinden, muallaka sahibi Züheyr b. Ebî Sülmâ’nın oğludur. Şair bir aileden gelmektedir. Kendisi de babası gibi kudretli bir şairdir. Ama bu meziyetini yanlış yerde kullanmıştır. Aslında hidayet tam olarak böyle bir şeydir: Kardeşi Büceyr (r.a) Müslüman olup, İslam’a ve Şâh-ı risâlet Efendimiz’e hizmet ettiği hâlde Ka’b, İslam’a ve Müslümanlara şiiriyle hücumlarda bulunmuştur.
Mekke fethedilince uzaklara kaçmış, kardeşinin “İslam’a dil uzatanların hesabı teker teker görülüyor. Sana tavsiyem: Yaptıklarına nedamet göster! Gel, kendini affettir. Çünkü Resûlullah (s.a) nedamet getirip, tövbekâr olanları affediyor.” demesi üzerine daha fazla kaçamayacağını anlar. Durumun nezaketinden dolayı önce araya bazı hatırlı kişileri sokmak ister ama buna –emân vermeleri için haber yolladığı kabilesi de dâhil- kimse yanaşmaz.
Sonunda –bir rivayete göre- Hz. Ebû Bekir’den (r.a) emân ister, onun kendisine emân vermesi üzerine, bir sabah namazı Mescid-i Nebî’ye sadece gözleri ve burnu görünecek şekilde yüzünü örterek gelir. Hz. Ebû Bekir elinden tutup, huzur-ı risâlet penâhiye çıkartır ve “yâ Resûlallah bu adam size biat etmek istiyor” der. Bunun üzerine Fahr-i kâinat Efendimiz elini uzatır. Ka’b elini tutunca yüzünü açar ve “yâ Resûllah bu makam ilticâ makamıdır. Ben Ka’b’ım. Size ilticâ ediyor, himayenize sığınıyorum.”, der. Ve meşhur kasidesini okumaya başlar:
بَانَتْ سُعَادُ فَقَلْبِى الْيَوْمَ مَتْبُولُ / مُتَيَّمٌ إثْرَهَا لَمْ يُفْدَ مَكْبُولُ
“Suâd ayrıldı benden; gönlüm bugün öylesine kırık ki
Onun peşinde ayrılması imkânsız, ayağı bukağılı bir köle gibi.”
Şair sözüne sevgilisinden ayrılışından, vefasızlığından, sözünde durmayışından şikâyetle başlar. Şârihler, bunun yüksek ihtimalle hayâli bir sevgili olduğu görüşündedirler. İlerleyen mısralarda kendisine aracılık etmesi için başvurduğu dostlardan aldığı olumsuz cevabı da şikâyet konusu yapar:
لا أُلهيَنَّكَ إنّي عَنْكَ مَشْغولُ/ وقالَ كُلُّ خَليلٍ كُنْتُ آمُلُهُ
“Dost bildiğim kim varsa, dedi ki bana;
‘Biz seni oyalamayalım daha fazla…’
En iyisi mi sen başka birisini ara’”
(…)
كُل ابْنِ اُنْثىٰ وَإِنْ طَالَتْ سَلَامَتُهُ / يَوْما عَلَى آلَةٍ حَدْبَاءَ مَحْمُولُ
“Ne kadar yaşarsa yaşasın her anadan doğan,
Bir gün gelir taşınır tabutta; budur mukadder olan.”
(Süleyman Çelebimiz de aynı mefhumu Türkçe şöyle terennüm eder:
“Her ne denlü çok yaşarsa bir kişi
Âkıbet ölmek durur ânın işi.”)
Sonrada hakkındaki iddiaların asılsız olduğunu söyleyerek konuyu gammazlara getirir:
أُذِنب وَلَو كَثُرَت عَنّي الأَقاويلُ / لا تَأَخُذَنّي بِأَقوالِ الوُشاةِ وَلَم
“Gammazlara bakma! Sözleriyle beni yargılama…
Arkamdan çok laf eden olsa da, masumiyetim ortada!”
Nihayet geliş sebebini belirteceği, hâlini arz edeceği mısraa gelir:
اُنْبِئْتُ أَنَّ رَسُولَ الله اَوْعَدَنِى / وَالْعَفْوُ عِنْد رَسُولِ الله مَأْمُولُ
“İşittim ki Allah’ın Resûlü beni tehdit etmiş,
Oysa ondan beklenilen affetmektir; ‘affettim’ demektir.”
Ka’b yaptıklarına pişmandır, affa mazhar olmak için huzurdadır. Kasidenin asıl can alıcı noktası, şah beyti ise bundan sonradır:
إِنَّ الرَّسُولَ لَسَيْفٌ يُسْتَضَاءُ بِهِ / مُهَنَّد مِنْ سُيُوفِ الل مَسْلُولُ
“Peygamber öyle bir seyf-i meslûl-i ilâhidir ki
Karanlıkta kalanlar, onun zıyasıyla yol bulurlar…”[1]
Kasideyi beğenisinin bir ifadesi olarak, rüzgârda sallanan gül gibi sağa sola sallanan Resûl-i ekrem (s.a.v) Efendimiz bu beyte gelince sırtındaki hırkayı, âdeta beytin mana ve muhtevasına eşlik edercesine çıkartır ve bir câize/ödül olarak şairin üzerine atar. Beyit, Resûl-i zîşan Efendimiz’i (s.a.v) kınından sıyrılmış bir kılıç olarak tavsif eder, Efendimiz de bu tasvire hırkasını çıkartmak suretiyle eşlik eder. Mehmet Âkif Bey bir şair olarak burada şu soruyu sorar: “Hangisi daha şiir; Ka’b’ın kasidesi mi Cenâb-ı Peygamber’in bu câizesi mi?”
Hulefâ-yi Râşidin’den sonra devrin idarecileri yüksek meblağlar karşılığında bu mukaddes emaneti satın almak istemişlerse de haklı olarak Hz. Ka’b’ın cevabı; “Resûlullah’ın (s.a) hırkasını hiçbir şeye değişmem, kimselere vermem.” olmuştur… Şair haklıdır, çünkü dünyada hiçbir şair bu kadar kıymetli bir ödül/câize almamıştır.
Not:
[1] Bu beytin tercümesi Mehmet Âkif’e aittir.
Kulaktan duyma bilgileri sizin kaleminizden okumak çok gönlüme dokunuyor hocam gerçekten yazılarınızın ruhu var.