Çevremdeki akranlarımın ya da büyüklerimin çoğunun gözlerinde gizli bir keder hissediyorum. Güldükleri zaman bile bu keder azalmıyor, hatta bazen gizli bazen açıktan çekilen bir “estağfirullah” ile pişmanlık daha da artıyor. Biliyorum, hepsinde yorgun Müslüman yüreği var. Bir ömür boyu, yüzyıllar öncesinden günümüze, tanıdıklarından çok tanımadıklarının yükünü taşımaktan yorulmuş bir yürek.
İnsan düşünmeden edemiyor: Acaba asırlar boyunca gelip geçmiş nesiller hep aynı halet-i ruhiye içinde miydi? Öyle ise bu insanlar bunca yükü yüreklerinde hangi kuvvetle taşıyabildiler? Naçizâne kanaatim, tarihte yaşamış hiçbir neslin –büyük savaşlar, afetler ve salgınlar yaşamamış ise- günümüz Müslümanı kadar ruhen örselenmediği yönündedir.
Modern dünya ruhumuzu yoracak yepyeni vasatlar ve vasıtalar üretti. Ayağımızın toprağa değip elektriğini boşaltamadığı binalarda, sürekli bir ses ve ışık kirliliği içerisinde, hareketsiz yaşıyoruz. Eskiden yayan veya merkep sırtında işe gitmek bile bir terapi iken bugün araçlarımız içerisinde ruhen tükeniyoruz. Bedenimiz yorulmuyor, fiziksel kaygılarımız yok; buna mukabil mental olarak yoruluyoruz: Geçmişin insanı çeşmeden su alma veya tulumbadan su çekme endişesi içindeydi, biz ise faturaları takip edip geciktirmeme kaygısındayız. Saat ile kayıtlı sıkı bir hayat yaşıyoruz. Bir dakika ile otobüs kaçıyor ve artık arkasından yetişme imkânınız yok. Gündelik hayatın katı saat düzenlenmesi biyolojik ritmimize uymuyor: Güneş doğmadan servis aracını bekliyoruz ya da karanlık çöktüğünde hala sınıflarda veya fabrikalarda oluyoruz.
Modern iletişim araçları bu zayıf yüreklere bir de dünyanın derdini taşıyor. Güney yarımkürede yangında telef olan hayvanları görüyoruz, komşu kıtada ırkçı saldırganın katliamını seyrediyoruz, bin kilometre uzaktaki çığ felaketinde ölenleri öğreniyoruz. Bırakınız birkaç yüzyıl öncesini, yarım asır evvel bile duyamayacağımız kadar çok hastalık, kaza, suç, yoksulluk haberi evlerimize giriyor.
Medyanın ülkelere göre değişen bir yapısı var. Bazı otoriter ülkeler pek çok olumsuz haberi yayınlatmıyor, bazı ülkelerde ise oto-sansürler yapılıyor. Türkiye bu açıdan üçüncü tipe giriyor. Bu ülkede açıkça kan göstermemek kaydı ile her haber her şekil ve yoğunlukta verilebiliyor. Özellikle cenaze merasimleri, tabuta sarılıp ağlayan eşler ve çocuklar bütün detayları ile yayınlanıyor. Babası şehit olmuş bir çocuğun, tabutun arkasından asker selamı ile bakakalma görüntüsünü kaç yürek kaldırabilir? Medya normal haberler yetmediği zaman trajediye yöneliyor. Bir hastalık, suç ya da yoksulluk durumunu pek çok yönü ile birlikte detaylı biçimde işliyor, seyirciyi ekrana kilitlemeyi başarıyor.
Türkiye’de medyanın toplumu yansıttığını düşünmek de mümkün, toplumu etkileyip dönüştürdüğünü de. Ya da sembolik etkileşimciliğin iddia ettiği gibi karşılıklı bir etkileşim içerisinde toplumsal yapı (ilişkiler) yeniden ama yeniden örülüyor: Medya ve toplum birbirine ayna oluyor.
Bireyler olarak sürekli bir gerilim içindeyiz. Ders verdiğim fakültede 72 farklı ülkeden öğrenci var ve kendim de göçmen olduğum için derslerine girmeyi tercih ediyorum. Bu konuk öğrencilere Türklerin nasıl insanlar oldukları sorusunu yönelttiğimde –ki hemen her sene soruyorum- önce doğal olarak çok yardımsever olduğumuz cevabını alıyorum. Asabi olup olmadığımızı sorduğumda ise hemen hemen tamamı kendi ülkelerinde görmedikleri kadar sinirli olduğumuzu söylüyorlar. Bir toplumun asabiliğini ölçmek kolay değildir şüphesiz ancak Türkiye’de yaşayan herkes iki kilo domates için seyyar satıcı ile kavga etmenin ne kadar olağan -hatta bazen gerekli- olduğunu kabul eder. Aynı şekilde park yeri kavgasından dolayı insanların birbirlerini yaraladıkları, hatta öldürdükleri haberini duyduğunda kimse şaşırmaz.
Bu gerilim halinin şehirleşme ve teknoloji dışında da sebepleri var. Temel ihtiyaç maddeleri temini konusunda kaygılıyız: Evin kirasını, yiyeceğimiz etin hatta kullandığımız suyun hesabını yapmak zorundayız. Bazı problemlerimizin kolluk kuvvetleri veya yargı ile düzelmediğini biliyoruz: Sürekli gürültü yapan komşumuzu kapısına gidip uyarmaktan, hatta diş göstermekten başka çare kalmıyor bazen. Diğer insanlara karşı güvenimiz az; dünya güven araştırmalarında en alt sıralarda yer alıyoruz. İdeolojik kaygılarımız hala çok yüksek; toplumun bir kısmını tehdit olarak görüyoruz…
Dinî hassasiyeti yüksek olan kişilerde ise yukarıda saydıklarımızın üzerine yeni faktörler ekleniyor. Müslümanın yüreği her şeyden evvel Hz. Peygamber’in çektiği acılar ile dertlenir. Şüphesiz neticede İslam’ın bütün Arap yarımadasına yayılması ile biten siyer bilgisi kişiye ferahlık ve sevinç verir. Ama mesele bundan sonra başlar: Dindar biraz daha bilgi sahibi olduğunda Hz. Osman’ın hangi şartlar altında katledildiğini öğrenir. Hz. Hüseyin’in Kerbela’da nasıl şehit edildiğini duymamış olmak mümkün müdür? Sonra İmam-ı Azam’ın, Ahmed b. Hanbel’in zalim yöneticiler altında neler çektiklerini okur. Müslüman yüreği bin sene öncesinden dağlanmaya başlar.
Müslüman okudukça yüzyıllar boyu süren gerilemenin, son 150 yılda ise zirveye çıkan savaşların, sömürgelerin ve bağımsızlık mücadelelerinin bilgisine ulaşır. Rus Harbi, 93 muhacereti, Birinci Cihan Harbi, İstiklal Savaşı; Anadolu’nun hemen yanı başında veya uzağında Şeyh Şamil’in, Abdülkadir el-Cezâirî’nin, Ömer Muhtar’ın mücadeleleri… Bunların hep bilinir ve bilinmesi, sürekli hatırda tutulması istenir.
Sıra yakın tarihe gelir: Müslüman bunların bir kısmını zaten televizyonlardan ve gazetelerden, hatta bazen canlı şahitlerinden görmüş ve dinlemiştir: Filistin’in işgali, Afgan cihadı, Bosna Savaşı, Çeçenistan direnişi… Afganistan’da mücahitlerin düşmanı kovduktan sonra iç savaşa düşmeleri, kahramanların terörist olması ve hayal kırıklığı… Değerli bir dostum, İmam Hatip Ortaokulu’nda öğrenci iken hocalarının, Filistinlilerin çektikleri zulümlerden bahsettiklerinde küçücük kalbi ile ne kadar üzüldüğünü zaman zaman anlatır.
Şimdi ise “Arap Baharı”ndan sonra Mısır’da yaşanan darbe ve zulümler, Libya’daki ve Suriye’deki iç savaş, Afganistan’da Taliban’la hükümet arasındaki çatışmalar, Irak’taki terör olayları, Filistin şehirlerinin ablukası, Doğu Türkistan’daki ve Arakan’daki zulümler gündemde.
Oysa ülkemiz de pek çok problemle birden uğraşıyor. Türkiye yakın tarihinde bir taraftan bilim, sanayi ve ekonomi olarak gelişirken diğer taraftan çok daha fazla problemle yüzleşmek zorunda kaldı. Yaşlılar 80 öncesi sağ-sol kavgasını hala hatırlar, mezhep çatışmalarına yönelik eylemleri ve provokasyonları da. Bu konuda ara ara harlamak isteyenler hala mevcut. Bir türlü sona ermeyen terörün üstüne yeni örgütler ve eylemler eklendi. Hepsinin yanında dini, dinin emrettiği biçimde yaşama mücadelesi var: 80’lerin başörtü mücadelesi, 28 Şubat sürecinde yaşananlar ve devamı…
Bugünden, ülkemizden yakın coğrafyaya, oradan bütün dünyaya, sonra düne ve bin yıl ötesine uzanan yoğun bir bilgi ve bilinç halinin eşlik ettiği sarsılmış bir ruh. Bu ruhu diri tutmak için yazarlar sürekli yazıyor, yardım kuruluşları acıyı deşifre ediyor, telefon ekranlarından kan akıyor. Gerçeklerin üzerine bir de manipülasyonlar yapılıyor: Doğu Türkistan’daki zulmü anlatmak için sunulan görüntülerin pek çoğunun aslı sonradan ortaya çıkmadı mı?
Müslümanı en çok endişeye sevk eden hususlardan biri de kalbinin katılaşması, bu kadar acıya bigâne kalmak durumu. Sosyal medya paylaşımlarını silmek, haber kanallarını değiştirmek, yardım çağrıları yapan acılı görüntülerden başını çevirmek Müslümanı daha çok üzüyor. Çünkü: “Dünyanın bir ucunda bir Müslümanın ayağına diken batsa, öbür ucundaki Müslüman acısını hisseder” anlamına gelebilecek pek çok hadisi göz ardı etmek mümkün değildir.
Bütün bunlara karşı Müslümanın neredeyse hiçbir deşarj mekanizması yok. Düzenli spora alışmamış, bir enstrüman çalmamış, bir sanat dalı ile ilgilenmemiş, hatta ümmetin dertleri dururken bunları malayani görmüş bir yürek o: Yorgun Müslüman Yüreği.
Fiziksel olarak en rahat çağda yaşadığımız kesin gibi görünüyor. Ama hangi zorlu çağın insanı yüreğinde bu kadar yükü taşımıştır? Moğollar Bağdat’ı yıkarken Mağrib’teki müderris felaketten habersiz ders okutuyor, Endülüs’teki son Müslüman devletin ahvalini Semerkant’ta rasat yapan âlim yıllar sonra duyuyordu. İnsan beyni neredeyse sınırsız diyebileceğimiz bir depolama kapasitesine sahip; ancak ruhu öyle değil. Bazen güzel haberlerin bile yorduğu birey psikolojisi sürekli olarak acı ve ızdırapla baş başa bırakıldığında yavaş yavaş ya melankolik depresyona ya da duyarsızlığa itiliyor.
Bu yazıyı “Ne mutlu o yorgun yüreklilere!” diye bitirmek kolay. İşin zor tarafı dünyanın bütün acıları içerisinde ruhumuzu sağlıklı tutmanın yollarını aramak. Zira insanlık için büyük iddiaları olan ama psikolojisi örselenmiş bir kişinin ne verdiği kararlar sağlıklı olur ne de attığı adımlar.
Yüreğinize sağlık hocam. Bam telimize bastınız.