Dîvân edebiyatı, edebiyat otoriteleri tarafından 13. yy.’de Yunus Emre’nin Türkçe olarak kaleme aldığı dîvân ile başlatılmış, altı asır boyunca kesintisiz devam edebilmek gibi müstesna bir başarı gösterebilmiş, “klâsik Türk edebiyatı”, “yüksek zümre edebiyatı”, “saray edebiyatı” ve “eski Türk edebiyatı” gibi isimlerle anılmış bir edebî sürecin adıdır. Bu süre zarfında edîbler, Türkçe’nin yanı sıra Arapça ve Farsça kökenli kelimelere de eserlerinde yer vermişler ve böylelikle Osmanlı Türkçesi diye anılan zengin bir dil inşa etmişlerdir. Her şair, ömrünün farklı dönemlerinde kaleme aldığı şiirlerini bir kitaba toplamış ve hepsi de kitaplarına dîvân ismini vermişlerdir. Genel manada dîvân edebiyatı olarak isimlendirilmesinin sebebi de bu vesileyledir.
Dîvân şairleri, bu edebî süreçte; aruz vezninin çeşitli kalıplarını, kasîde, gazel, mesnevî gibi edebî şekilleri ve mazmunları kullanarak hünerlerini sergilemişlerdir. Günümüz edebiyatından farklı olarak şairlerin belli başlı kurallar dâhilinde şiirlerini kaleme almaları, düşünüldüğünün aksine onların edebî hünerlerini göstermesinde herhangi bir kısıtlama olarak görülmemiştir. Divan edebiyatının sahip olduğu kuralları ustaca kullanabilme kâbiliyetinin yanı sıra, bu kuralları aşarak kendi edebî kişiliğini ortaya koyabilme yeteneği, kişinin asıl sanat dehasını ispat etmesi noktasında ayrıca önemlidir. Zaten belli başlı kurallar çerçevesi içinde sanat gösteren şâir, yine bu kuralların sınırlarını geliştirebilecek veya kendisine yeni kurallar koyabilecek tek otorite olarak görülmüştür.
İşte bu kurallar çerçevesinde sanatını icra eden sanatçı, aslında çok zengin bir konu havzasına da sahiptir. Dîvân şairi hem insanın maddî ve manevî yönünü tasvir edebilir, hem kâinattaki varlıkların güzelliklerine dair eserler kaleme alabilir. Modern edebiyat anlayışıyla baktığımızda geçmişin tozlu raflarına terk edilemeyecek kadar değerli ve kıymetli olan bu edebiyata, günümüzde sevenleri tarafından zaman zaman atıflarda bulunulur. Örneğin bir din öğreticisi, kültürümüzde Hz. Peygamber sevgisini öğrencilerine anlatacaksa şayet, Fuzûlî’nin Su Kasîdesi en önemli duraklarından biri olur. Yahut aşktan -ilâhî veya beşerî olsun- bahsedecekse bir kişi, Nedîm’in gazelleri, şarkıları veya Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk adlı mesnevîsi ilk anda aklımıza geliverenlerden değil midir? İşte dîvân edebiyatı günümüzden bakıldığında böylesi çeşitli konuları ihtiva etmesiyle de ihtişamını koruyan bir zenginliğe sahiptir. Şu içinde bulunduğumuz durumu anlatmak için Nâbî, pek çoğumuzun hatrına yetişip de yıllar evvelinden ahvâl-i pür melâlimizi söylemedi mi?
Bâğ-ı dehrin hem bahârın hem hazânın görmüşüz
Biz neşâtın da gamın da rûzigârın görmüşüz
Sultan şairimiz Kanûnî Sultan Süleyman, Muhibbî mahlasıyla dîvânında sağlığın ne kadar kıymetli olduğunu nahif bir şekilde bizlere fısıldamadı mı?
Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi
Dîvân şâiri, yukarıda belirttiğimiz gibi sadece bizim iç dünyamıza kendini teksif edip kelimelere dökmez. Aynı zamanda dış dünyayı da muhayyilemizde canlandırıverir. En güzel bahar tasvirlerini, gecenin en parlak hâlini de bizlere gösterir. Peki bunu en güzel nasıl yapar? Dîvân edebiyatının nazım şekillerinden biri olan kaside vesilesiyle…
Arap edebiyatı içinde doğan kaside, çok eski zamanlardan beri var olduğu bilinen edebî bir şekildir. İsminden de anlaşılabileceği üzere bir maksat taşıyan, o maksada yönelik olarak yazılan bir şiir tarzıdır. Bu türün Araplardan, Farisîlere oradan da Anadolu’ya yani Türkler’e geçtiği bilinmektedir. Çeşitli bölümlerden müteşekkil olan kasîde, nesîb veya teşbîb denilen bir bölümle başlar. Şâir bu bölümde baharın, yazın, hazânın, gecenin ve gündüzün güzelliklerinden bahseder. Örneğin Bâkî divanı, Kanûnî Sultan Süleyman’a sunulan kasidelerle başlar. Kasîdenin teşbîb bölümünde gece tasvirleri şu şekildedir;
Hengâm-ı şeb ki küngüre-i kasr-ı âsmân
Zeyn olmuş idi şu’lelenüp şem’-i ahterân
Günümüz Türkçesi: Gece vakti yıldızların mumu ışıldayıp gök sarayının kubbesi süslenmişti.
Hayl-i kevâkib içre yanup meş’al-i kamer
Sahn-ı semâda rûşen idi râh-ı kehkeşân
Günümüz Türkçesi: Ayın meşalesi yıldız kalabalığı içinde yanınca gökyüzü sahnesinde Samanyolu aydınlandı.
Beyitleri okuduktan sonra zihnimizde şöyle bir canlandırıp keşfe çıkabiliriz. İnternette arama motorlarına ay, yıldızlar ve samanyolu yazıp neticelerine baktığımızda herhâlde zihnimizdeki kadar güzel bir fotoğraf bulamayız. İşte dîvân şâirinin 21. yy.’de pek çok fotoğraf sanatçısının çekemediği fotoğrafı yıllar evvel çekip insanların zihnine bir nakış gibi işlediğini söyleyebiliriz.
Baharın güzelliklerini temaşa edemeyip evde kaldığımız şu günlerde, şairlerin bahar tasvirlerini okuyup bir lahza olsun yorgun yüreklerimizi de ferahlatabiliriz belki. Nâbî’nin deyimiyle neşâtın da rûzigârın tekrar görmek istiyorsak şayet, tam da dîvân şairinin tenezzühe çıktığı şu mevsimde biz de edebiyatımızın tozlu raflarında niçin seyre çıkmayalım?
Esdi nesîm-i nev-bahâr açıldı güller subh-dem
Açsın bizim de gönlümüz sâkî meded sun Câm-ı Cem
Erdi yine ürd-i behişt oldu havâ anber-sirişt
Âlem behişt-ender-behişt her kûşe bir bâğ-ı İrem
Gül devri ayş eyyâmıdır zevk u safâ hengâmıdır
Âşıkların bayramıdır bu mevsim-i ferhunde-dem
Nef’i