Vefat yıl dönümü münasebetiyle…
Bugünkü Azerbaycan’ın dünkü Kafkasya’nın Gence şehrinden Bursa’ya oradan İstanbul’a göç eden bir ailenin çocuğudur. 1900 yılında İstanbul’da doğan 82 yıllık ömrünü tamamladıktan sonra 25 Ağustosta yine bu şehirde vefat eden Abdülbaki Gölpınarlı, edebiyat ve tasavvuf tarihi araştırmalarının yıldız şahsiyetlerinden biridir.
Osmanlı kültürünü Cumhuriyet nesillerine aktaran “köprü” şahsiyetlerden biri olan Gölpınarlı Mevlevî, Caferî, Melâmî, Bektaşî gibi farklı meşreblerle içli-dışlı olmuş ve bu “yol”larla ilgili eserler, makaleler kaleme almıştır.
Onun biyografisiyle ilgili ilk metni kaleme alan zat İbnülemin Mahmud Kemal İnal’dır. Gençlik yıllarında aruz vezniyle şiirler yazdığı için 1930’da basımına başlanan Son Asır Türk Şairleri’nde yerini almıştır.
Önce 90 yıllık bu metni okuyalım:
“Mustafa İzzet Bakî Bey Ruscuk Eytam müdürü Kıyamî Mustafa İzzet Efendizâde Ahmed Agâh Efendi’nin oğludur. 1317 Ramazanında İstanbul’da doğdu. Asıl ismi ve mahlası Mustafa İzzet iken babasının çocukları yaşamadığından teyemmünen Abdülbaki tesmiye edilerek asıl ismi unutuldu.
Menbau’l-irfan idadisinin son sınıfında iken 1333’de babasının vefatı üzerine mektebi terke mecbur oldu. Bir müddet memurlukta, bir müddet Menbau’l-irfan Fârisî muallimliğinde bulundu. Bir aralık veznecilere dükkân açarak kâğıt ve kitap sattıysa da temin-i maişet edemedi.
1336’da (1920) ahibbasından birinin davetiyle ve vâlidesiyle Çorum’un Alaca kazasına gitti. Oradaki Kenzu’l-irfan mektebine başmuavin ve bir sene sonra başmuallim oldu.
1340’da (1924) İstanbul’a gelerek muallim mektebinin son sınıfına bi’l-imtihan kabul edildi. Şehadetnâme aldıktan sonra bir taraftan muallimlik ederek kendini ve validesini geçindirmeye bir taraftan da İstiklâl Lisesi’nin son sınıfına girip mecburî devam müddetini ikmâle çalıştı. (1926)
Darulfünûn Edebiyat Fakültesi’ne dâhil oldu. O vakte kadar hayatı zaruret ve mihnet ile geçti. 1930 Şubatında Darulfünûn tahsilini bitirerek Konya Lisesi edebiyat muallimliğine tayin kılındı.
Çok heyete girdim geleli bezm-i cihâne
Bin sûrete koydu beni evza-i zamâne
Beyti muarrif-i halidir.
Mecmua-i Eş’ar, Bektaşîlik Hakkında Bir Tedkik, Melâmilik ve Edebiyatı, Halk Şairlerinden Usturumcalı Vasfî namlarıyla gayr-i matbu eserleri olduğu kendinden mesmu’dur.” (İnal,age, I/162)
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Fuat Köprülü’nün danışmalığında hazırladığı Melâmilik ve Melâmîler adlı mezuniyet tezi 1931 yılında basılmasıyla akademik alana ayak atmış ve bu koşu son nefesine kadar sürmüştür.
Melâmîlik nedir, melâmetî nelere dikkat eder? Onu dinliyoruz:
“Melâmetî, ululuktan, davadan, kendini göstermekten, halkın sevgi ve saygısını kazanmak kaydından geçen, kerameti insana benlik verdiği için erkeklerin hayız görmesi sayan, kendini herkesten aşağı, herkesi kendinden üstün gören, giyim-kuşam özelliğiyle, tekkeyle, vakıftan hazır yemekle, zikirle, vecde gelip bağırıp çağırmayla kendisini göstermeye çalışmayan, halktan hiçbir suretle ayrılmayan, kazancıyla geçinen, iç yüzden Hak ile dış yüzden halkla beraber olan, hatta halkın saygısını sevgisini bir kayıt bildiğinden nafile ibadetlerini bile gizleyen, buna karşılık onların kınamasından ürkmeyen, hatta hatta bu yüzden de halka kendisini kötü gösteren kişidir.
Mevlana bir rubâîsinde, “Sarığımı, cübbemi, başımı; üçünü de bilece değerlendirdiler; bir dirhemden de az bir değer verdiler; sen dünyada benim adımı hiç mi işitmedin? Hiç olmuş biriyim, hiçim, hiçim ben” der. Bu rubâî, melâmet meşrebini bütün manasıyla anlatmaktadır.” (Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar, İstanbul 1969, s. 248)
1945 yılı Gölpınarlı’nın hayatındaki iki farklı tecelliyi barındırmaktadır. Bunlardan biri dostlarını şaşırtmıştır, “Divan Edebiyatı Beyanındadır” isimli risalesiyle, bu edebiyatı yerden yere vurmuştur.
İkincisi ise hem dostlarını hem de kendisini şaşırtmıştır.
Dert İnsanı Söyletir
Gölpınarlı, Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanı olduğu 1939 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne, üç sene sonra da mezun olduğu fakülteye tayin oldu. İslam-Türk Tasavvuf Tarihi ve Edebiyatı dersinin hocası olarak büyük bir aşkla araştırma ve incelemelerine devam etti. Hiç beklemediği bir zamanda hiç tahmin etmediği bir suçtan dolayı tutuklandı. 13 Nisan 1945’te başlayan bu celâlî tecellinin gerekçesi komünist olmak ve maddeci felsefeyi benimsemekti.
Melâmîlikle ilgili olarak yukarıda aktarılan metne göre kişi kendisinden bahsetmemeli, artılarını değil eksilerini dillendirmeli, gösterişin her türlüsünden uzak durmalıdır. Bu hayat tarzının kitabını yazmış olan Gölpınarlı da böyle yapıyordu. Fakat “dert insanı söyletir.” 318 gün süren tutukluluk döneminin sonunda mahkemeye sunduğu 24 sayfalık savunmada kendini anlatmak, kendinden bahsetmek zorunda kalmıştı. O metinden bir bölüm okumakta fayda var:
“…13 Nisan 1945 Cuma günü, polis tarafından tevkif edildim. Yüksek heyetinizin huzuruna, aslî ve talî, cüz’î veya küllî, ilmî veya vicdanî alâkam dahi olmayan bir dava ile sevk edilmiş bulunmaktayım.
… İddia makamını işgal eden sayın savcı, bana, bu memlekete bunca eser veren, 23 yıldır içlerinde doktorlar, hakimler, kendileri gibi savcılar, subaylar, hatta üniversite doçentleri yetiştiren bir hocaya, sahasında teferrüt etmiş ve şimdiye kadar en küçük bir şaibe ile şaibdâr olmamış, en hafif bir töhmetle polis ve hakim önüne çıkmamış bir insana, bunları sormak garabetini göstermiştir. Yazık! Bu kadar hizmete karşı, tekrar edeyim, kendileri gibi binlerce talebe yetiştiren bir hocanın günün birinde göreceği mükâfat bu mu olmalı idi? İmana hüküm asıl olduğuna göre “mü’min, mü’minin aynasıdır” hadîsini mi okuyalım?
…Yaralanan feryâd eder, yarası olan gocunur. Ben yaralandım, feryâd ediyorum. Fakat yaram yok, gocunamıyorum.
…Şimdiye kadar neşrettiğim eserlerin ve neşre hazır eserlerimin hangisinde velev cüz’t bir surette olsun komünizme temayül vardır? Hangisinde böyle bir fikrin propagandasını yapmışım? Hatta şunu da sorarım: Gerek mevzu, gerek maksad bakımından hangisi böyle bir kasda alet olabilir? Buna imkân var mıdır? Kendim de yıllardan beri tasarladığım veçhile üslûp hususiyetini gözetmek üzere Kur’ân-ı Azîmu’ş-şân’ın bir tercemesini yapmak, mezahib ve tasavvuf tarihi yazmak ve daha birçok eserler vermek isterim. Görülüyor ki ben sahasında çalışan, başka sahaya tecavüz etmeyen, ihtisası dahilinde müsmir olan ve ilmî meşgalesi yüzünden başını bile kaşımağa vakit bulamayan bir ilim adamıyım. Ben nerede, içtimaî fikirleri benimseyip çoluk-çocuğun cemiyetine girmek, yahut bu çeşit fikirleri yaymak nerede? Ben öyle bir deryaya dalmışım ki, verdiğim bu kadar kitaba ve ömrüm olursa vereceğim kitaplara rağmen irfan âlemine denizden bir katre ihda edebilirsem, ne mutlu! Tevkifimden sonra müdüriyetde ve ceza evinde çalışmam ve tarz-ı hareketim de meydandadır. Hâlâ da İslam ve İnönü Ansiklopedileri ‘ne maddeler yazmakta, Mesnevî ile ve diğer eserler ile meşgul olmakdayım.
…Mütedeyyin bir adam, materyalizm esasına dayanan komünizmi kabul etmesi şöyle dursun, böyle bir maddiye mesleğine meyil dahi edemez. Bütün insanları bir gören, rüçhanı ancak takvâ ile kabul eden, bedevî bir kütleyi medeniyete ulaşdıran, çölden mamureler izhar eyleyen, bugünün diyarının da saadet ve selâmetini kâfıl olan, insanlara insanlığı bildiren ve manevî bir huzuru iman, bir selâmet-i vicdan veren dîn-i celîl-i İslâm varken, Fırka-i Nâciye-i Muhammediyye dururken, böyle bir maddeci felsefeye tarafdar olmaya ne lüzum var? Bu bakımdan alnı açık, yüzü pak, vicdanı müsterih bir halde, huzûr-ı tam içinde tevzî’-i adaletde hakk ve hakkaniyetden ayrılmayacağınıza inanarak beraatimi talep eder, hey’et-i celîlenizden ancak ve ancak bunu beklerim.
Askerî cezaevinde tutuk Abdülbaki Gölpınarlı”
Son günlerinde kaleme aldığı yazının son satırı anlamlıdır.
“Ve biz bu ülkede artık garibiz: Gâh olur gurbet vatan gâhi vatan gurbetlenir.”
Şimdi onun sesinden Bursa’yı dinleyelim.
Gözlerimizi kapatarak…