İstanbul, 25 Mayıs 1905 / İstanbul, 25 Mayıs 1983.
Türkiye Cumhuriyeti’nde tekke ve zaviyelere kilit vurulduğunda yirmi yaşındaydı. Gençlik yıllarını İstanbul’da geçiren Necip Fazıl, bu şehrin lâhutî/mistik havasını yakından teneffüs etmiş, farklı meşreplere sahip âlim ve ariflerini, şeyh ve dervişlerini tanımış, sesli zikir ve ilahilerle coşan sufilerle karşılaşmış, 10 Muharrem ve Kerbela’nın derin hüznünü, Birinci Dünya Savaşı’nın bütün sıkıntılarını müşahede etmiş, mahzun Ramazanları yaşamıştı.
O yıllarda tasavvufun derinlikleriyle belki bütünüyle tanışamamıştı. Ama şair ruhlu olan herkes gibi o da Yunus ile onun derin gönül felsefesiyle içli dışlı idi. Tekkeler kapatıldıktan/sırlandıktan (1925) kısa bir süre sonra Yunus Emre isimli şiirini yazdı. Son dörtlük şöyle:
Rüzgâra bir koku ver ki hırkandan
Geleyim izine doğru arkandan
Bırakmam, tutmuşum artık yakandan
Medet ey dervişim Yunus’um medet
Bir yıl sonra 62 mısralık meşhur Kaldırımlar ile arayışlarına devam etti:
Ondan bir temas gibi rüzgâr beni bürür de
Tutmak, tutmak isterim onu göğsüme alıp
Bir türlü yetişemem fecre kadar yürür de
Heyhat o bir ince ruh bense etten bir kalıp
1930’da Menemen olayının cereyan ettiği aylarda, Kerbela’dan sonra İslam dünyasının ikinci büyük şehit Hallac-ı Mansur’un ıstırabını anlama peşindeydi:
Sana taş attılar sen gülümsedin
Dervişin bir çiçek attı inledin
Bağrımı delmeye taş yetmez dedin
Hâlden anlayanın bir gülü yeter
Bilindiği gibi 1930’lu yıllar dinî hayatın sönük, dinî neşriyatın en sessiz olduğu yıllardır. Çünkü 1925’te patlak veren Şeyh Sait olayı, İstiklal Mahkemeleri ve Takrir-i Sükûn kanunuyla toplum tamamen kendi kabuğuna çekilmiş, muhalefetin bütün kapılarına kilit vurulmuştu. 1930’da cereyan eden Menemen olayı ise bu hâlin tuzu biberi olmuştu.
(Şunu da ilave edelim: Necip Fazıl’ın Menemen olayı üzerine yazdığı yazıdaki kanaatleriyle, 1969’da yayınlanan Son Devrin Din Mazlumları isimli eserindeki değerlendirmeler birbirinden çok farklıdır.)
Evet, dinin bilgi boyutuyla ilgilenen medreseler kapatılmış, irfan boyutunu öne çıkaran, şiir ve musikinin merkezi olan tekkeler sırlanmış, türbe ziyaretleri yasaklanmıştı.
Paris’te felsefe tahsili yaparken içine düştüğü bohem hayatının hastalıklarıyla boğuşurken kader onu İstanbul’da yetmişlik bir Vanlı ile yüz yüze getirdi. Nakşibendî tarikatının Halidiye koluna mensup olan bu mühim zatın adı Abdülhakim Arvasî idi. 1919’dan 1925’e kadar Eyüp sırtlarında bulunan Kaşgarî dergâhının şeyhi olan, Medresetü’l-mütehassisin’de Tasavvuf dersi okutan Arvasî, Necip Fazıl’ın âdeta yıllardan beri aradığı gönül doktoruydu.
Şairimiz tekkeler kapatılmadan bir yıl önce yani 1924’te kendisini şöyle tarif ediyor:
Gönlüm ne dertlidir ne de bahtiyar
Ne kendisine yâr ne kimseye yâr
Bir rüya uğrunda ben diyar diyar
Gölgemin peşinde yürür giderim
Gölgesinin peşinde olan şair on yıl sonra gönlünün efendisini bulduğunda dilinden şu mısralar döküldü:
Benim efendim!
Ben sana bendim!
Bir üfledin de
Yıkıldı bendim
Ben ki denizdim
Dağ başı bendim
Şimdi sen oldun
Âleme pendim
Benim efendim!
Benim efendim!
Feza levendim!
Ölmemek neymiş
Senden öğrendim
Kayboldum sende
Sende tükendim
Sordum aynaya
Hani ya kendim?
Benim efendim!
Benim efendim!
Emri yüklendim
Dağlandım kalpten
Ve mühürlendim
Askerin oldum
Başta tülbendim
Okum sadakta
Elde kemendim
Benim efendim.
Arvasî’nin sohbetleri, “ele avuca sığmaz” Necip Fazıl’ın coşkunluğunu teskin ve tatmin etmiş, ruhuna dervişlik yolunu açmış mısralarına tasavvufun renk dünyasını katmıştır.
Necip Fazıl’ın hayatındaki en mühim dönüm noktalarından biri olan bu buluşmanın 1934’te olduğu, 1940 tarihli şu beytten anlaşılmaktadır:
Allah dostunu gördüm bundan altı yıl evvel
Bir akşamdı ki zaman donacak kadar güzel
Büyük şair “büyük inkılab”ın fotoğraflarını çekmeye ve yayınlamaya devam ediyor. İşte yıllarıyla birlikte birkaç gönül fotoğrafı:
Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum (1934).
Cüce akıl bilmece salıncağında çocuk
Bir ufacık fıçıcık içi dolu turşucuk (1939).
Anladım ki bu sanat Allah’ı aramakmış
Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış (1939).
Şu geçeni durdursam çekip de eteğinden
Soruversem haberin var mı öleceğinden (1939).
Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız
Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız (1940).
25 mayıs 1905’te dünyaya Ahmet Necip olarak gelen, Necip Fazıl olarak meşhur olan, 25 Mayıs 1983 günü rahmet-i Rahman’a kavuşan Kısakürek, bütün iniş ve çıkışlarıyla, sempatik ve antipatik tavırlarıyla XX. yüzyıl Türk şiirinin en büyük temsilcilerinden biri olmuştur. O, tasavvuf kültürü açısından değerlendirilse şu söylenebilir: Tekkelerin kapatılmasıyla birlikte “kan kaybı”na uğrayan bu kültür, Necip Fazıl gibi “kavga”yı seven, direnen kalem sahiplerinin himayesiyle âdeta ölümden dönmüştür.
1943’te mürşidinin vefat ettiği yıl çıkartmaya başladığı ve aralıklarla 1978 yılına kadar otuz beş yıl neşrettiği Büyük Doğu dergisi, fikrî-siyasî çizgisinin yanında tasavvufî renge sahip bir dergi olmuştur. Bugün yaşayan âlim, arif ve sanatkârlar tasavvufî yorumlara biraz sıcak bakıyorsa bu çorbada onun da tuzu vardır. Çünkü herkesin “Batı” dediği günlerde o Büyük Doğu demiştir. Herkesin tasavvufî hayat ve düşünceyi olanca güçleriyle tahkir ve tezyif ettiği aylarda ve yıllarda o tasavvuf ve tarikat demiştir, Bahauddin Nakşibend, Tahâ Hakkârî demiştir, diyebilmiştir.
Büyük’ler hatalarıyla birlikte büyüktür. Onun şiir alanında ortaya koyduğu üstünlüğü bazı dinî, siyasî konulardaki zikzaklarıyla birlikte değerlendirmek gerekir. Bu anlamda, II. Abdülhamid Han için kullanılan Ulu Hakan ve Kızıl Sultan tespitleri doğru olmadığı gibi, Necip Fazıl’ı da rakipsiz Üstad diye tanımak veya kumarbazın teki diye algılamak da doğru değildir. Bütün insanları artı ve eksileriyle, doğru ve yanlışlarıyla birlikte değerlendirmek, ona göre karar vermek ve ibret almak en doğru yoldur.
Metin Önal Mengüşoğlu’nun yayınladığı Mağrur Öfke: Necip Fazıl isimli eser, bu tarz değerlendirmeler için güzel bir örnektir.
Son olarak şu tespiti yapalım: Necip Fazıl’ın yaşayan şairler üzerinde etkisi o kadar derindir ki tasavvufî kültüre soğuk bakanlar da ondan vazgeçememekte, onun “yol”unu izlemektedirler. Özel hayatındaki zaaflarına rağmen onun şiirine hayran olanların bazısı, kendilerine bir Abdülhakim Arvasî arama sevdasına düştükleri de söylenebilir.
Ne çıkar bir yola düşmemiş gölgem
Yollar ki Allah’a çıkar bendedir (1936).