Molla Fenârî’nin Feneri

0

Son iki asırda Müslümanların yitirdikleri en kıymetli şeylerden biri de hiç şüphesiz, kendi kültür ve medeniyetlerine duydukları itimattır. Derin bir özgüven kaybı anlamına gelen bu durum, tüm İslam düşüncesinde, hususen de fıkıh alanında ciddi bir savrulma yaşanmasına neden olmuştur. Modernleşme sürecinde birey ve toplumların düşünce kodları erozyona uğrarken, fıkhın ekseriyetle klasik meseleci-parçacı anlayış ve yöntemi devam ettirmesi yaşanan travmayı daha da derinleştirmiştir. Zira daha önceki dönemlerde İslam toplumlarında itikad ve ahlaka dayalı kurucu temel ilke, değer ve kurumların varlığı, fıkhın parçacı (kazuistik) ve yaşam pratikleri (amel) ile sınırlı yaklaşımının sorunsuz işlemesini sağlarken; modernleşme sürecinde bu fıkhî anlayış, bir sorun haline gelmeye başlamıştır. Yaşadığımız bu dönemde fıkhî düşünce, hem üzerine kurulduğu itikadî ve ahlakî zeminin kayması hem de ferdî ve ictimaî boyutta vücut bulmasına imkân veren sosyal ve siyasal enstrümanların yok olması sonucu, gücünü giderek kaybetmiştir. Böylece fıkıh, Müslümanca düşünme, bilgi üretme ve sorun çözme, kısaca dünya görüşü/kimlik oluşturma hususundaki eski başarısını gösteremez hâle gelmiştir.

Fıkhın dünya görüşü/kimlik oluşturma yeteneğini kaybetmesi şüphesiz moderniteden çok daha eskilere kadar götürülebilir.  Ebu Hanife’nin “ma’rifetu’n-nefsi mâ lehâ vemâ aleyha” şeklindeki fıkıh tanımı ile ortaya konulan geniş perspektifin zamanla daralması ve sadece amel alanına tahsis edilmesi bu alanda yaşanan ilk kırılmadır. Ebu Hanife’nin, ravisi de olduğu Cibrîl hadisinde zikredilen iman-İslam-ihsan bütünlüğüne dayanan bu tanımı, aslında insanoğlunun akıl-beden-ruh yönünü kapsayan küllî bir bakış açısı ortaya koyarken, İslamî ilimlerin ihtisaslaşıp birbirine yabancılaşması ve fıkhın amele hapsedilmesi sonucunda sahip olduğu bu geniş perspektifi kaybetmiş ve kimlik inşası için gerekli olan bu kuşatıcılığı yitirmiştir. Gazzalî’nin de işaret ettiği üzere, ilk anlam ve derinliğini kaybeden beş temel kavramdan biri olan fıkhın, önce ekber-asgar, sonra zahir-batın şeklinde taksim edilmesi, daha sonra usûl-fürû ve en sonunda da ibadet alanı dışarıda bırakılacak şekilde İslam hukukuna evrilmesi, onun kimlik oluşturma hedefini daha da zorlaştırmıştır.  Bu şekilde sadece kapsam açısından değil aynı zamanda paradigmatik bir değişim de yaşayan fıkıh, ahlakî değerlerle çelişen, hile kültürünü meşrulaştıran, hilaf mantığına dayalı, buyurgan, toplumsal vicdanda karşılık bulamayan birçok hükmün kaynağı gibi görülme riskiyle yüz yüze gelmiştir. Bu durum, art niyetlilerin ekmeğine yağ sürerken, samimi ve iyi niyetli bazı Müslümanların da fıkıhla tatmin olamayıp, külliyen mistik/ahlakî veya felsefî düşüncelere yönelmesine sebep olmuştur. İslam medeniyetinin vazgeçilmez bir değeri olan fıkhın; kelam, felsefe, tasavvuf ve hadis gibi diğer İslamî ilimlerin alternatifi veya karşıtı gibi görülme riskini gören fukahâ, bu ilimleri kendi şahıslarında sentezlemişlerdir. Hatta zahir ve batın şeklinde zıt karakterler gibi sunulan fıkıh ile tasavvufu, teorik ve pratik boyutta mezceden çok sayıda fukahânın varlığı bilinmektedir. Bu bağlamda Osmanlı tecrübesi oldukça başarılı örnekler sunmaktadır.

Kuruluşundan itibaren Osmanlı fukahâsının, fıkha uzak görülen tasavvuf ve felsefe gibi İslamî ilimlerde kalem oynatması hatta bazı sanatlarla meşgul olması derin bir mesaj içermektedir. Ebu Hanife’nin fıkhı tanımlarken tercih ettiği “marifet” kavramının telmih ettiği bu ilim-irfan bütünlüğü, Osmanlı fukahâsı tarafından çoğunlukla benimsenmiş, bu yolla hem fıkhî dilin kuruluğu ve sertliği giderilmeye çalışılmış hem de tasavvuf, felsefe gibi ilimleri ve sanatları şer’î sınırlar dâhilinde tutmaya gayret edilmiştir. Osmanlı’nın ilk şeyhülislamı olarak da bilinen Molla Fenârî’nin gerek şahsiyeti gerekse ilim-irfan bütünlüğüne dayalı din anlayışı, ortalama Osmanlı fukahâsını temsil edecek mahiyettedir.

Moğol istilâsı ve Haçlılar sonrası İslâm dünyasının yeniden toparlanmaya çalıştığı bir dönemde yaşayan Molla Fenârî, füru-ı fıkıh, usûl-i fıkıh, tefsir, mantık, tasavvuf ve felsefe alanında çok sayıda kıymetli eser ortaya koymuş ve Bursa merkezli Anadolu’nun ilmî ve fikrî coğrafyasını şekillendiren önemli bir karakter olarak tarih sahnesine çıkmıştır. O, Osmanlı ilim zihniyetinin temelini oluşturacak olan medrese-tekke bütünlüğünü kendinde temsil etmiş ve mutasavvıf-âlim tipinin oluşmasına öncülük etmiştir. Molla Fenârî’nin ilmî perspektifinde usûl ilmi mantıkla bütünleştiği gibi tasavvuf da şer‘î ilimlerle tam bir uzlaşma halinde sunulmuş, böylece klasik İslâm düşüncesinin beyân, burhân ve irfân şeklindeki tüm anlayış ve bilgi yöntemleri birbirini bütünleyecek şekilde sunulmuştur.

Molla Fenârî, yoğun ve çok boyutlu ilmî çalışmalarına rağmen, câmi ve dergâh gibi toplumsal hayatın kalbinin attığı ortamlardan kopmamış, devlet erkânından gördüğü iltifat ve değerden daha fazlasını toplumdan görmüştür. İlmi bir geçim yolu olarak görmeyip ipekçilikle meşgul olan Molla Fenârî, maddî durumu iyi olmasına rağmen sade bir hayat yaşamış ve malını mülkünü hayır yolunda harcamıştır.

Osmanlı devletinin yıkılıp, Batı medeniyetinin biz Müslümanlara yaşattığı travmanın etkilerinin azaldığı ve yeniden toparlanma emarelerinin görülmeye başlandığı bu dönemde, her zamankinden daha fazla Molla Fenârî’nin temsil ettiği Müslüman ilim adamı modeline ihtiyaç duyulmaktadır. Bu ilim adamı modeli, dünü ve bugünü çok iyi bilen, tüm insanlığa yol gösterme sorumluluğunu omuzlarında hisseden, sosyal hayatın içinde, mütevazı, birleştirici ve yapıcı bir dili tercih eden, sevgi, hoşgörü, uhuvvet, takva ve samimiyet gibi İslam’ın vazgeçilmez değerlerini şahsında temsil eden bir kimliği temsil etmektedir. Hülasa Molla Fenârî’nin fenerini yeniden yakıp onun ışığında yürüyen ilim adamlarına ihtiyaç vardır.

Molla Fenârî’nin şehrinden ışık yaymaya başlayan “Düşünce Feneri”nin hayırlar getirmesi ve çağımızın ihtiyaç duyduğu Müslüman ilim adamlarının yetişmesine katkı sunması niyaz ve temennisiyle…

Önceki İçerikRamazan’da Ayarı Kaçmış Horozlar
Sonraki İçerikKorona’dan Çıkarılacak İki Ders
1977’de Kars’ta dünyaya geldi. 1994 yılında Kocaeli İmam Hatip Lisesi’nden, 1999 yılında Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 2000 yılında Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Hukuk Anabilim Dalı’nda araştırma görevlisi olarak akademik hayatına başladı. 2001 yılında yüksek lisansını, 2007’de de doktora tezini tamamladı. 2011 yılında doktor öğretim üyesi olarak göreve başladı ve hâlen aynı kurumda bu göreve devam etmektedir. Evli ve dört çocuk babasıdır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here