Makinedeki Hayalet, Bilinç ve İllüzyon

0

Gilbert Ryle’ın Zihin Kavramı adlı kitabı zihin felsefesi yani ruh-beden ilişkisi konusunda 20. yüzyılda yazılmış en önde gelen kitaplardan birisidir. Kitabın temel olarak kendisinden önce Kant’ın metafizikte Einstein’ın fizikte bıraktığı etkiyi zihin felsefesinde yapmış olduğunu söylemek haksızlık olmayacaktır. Bildiğimiz üzere Kant’ın felsefedeki en temel amaçlarından birisi bilgimizin sınırlarını çizmek, neyi bilebilirim sorusunun cevabını aramak idi. Ona göre gerçek bilgi bu dünyadaki tecrübelerimizden gelen verilerin zihnimizdeki kategorilerle harmanlanması ile elde ediliyordu. Her ne kadar Kant indirgemeci bir materyalist olmasa da, yine de temel olarak ona göre gerçek bilgi tecrübî kaynaklı idi ve bir nevi bilgimizin sınırları dünyamızın sınırları ile kuşatılmış idi. Bu yüzden Kant “algısız kavramlar boş, kavramsız algılar kördürderken algı ve kavramlar arasında sıkı bir ilişki görmüştür. Eğer bilgimiz burası ile yani yaşadığımız dünya ile sınırlı ise, o zaman metafizik âlem hakkındaki bilgimiz boş ve anlamsız demektir; sadece spekülasyon yapılan, bize doğru bilgiyi vermeyen bir alan olmuş olacaktır. Kant bu anlamda âlemden Allah’a giden kozmolojik kanıt ve nizam ve gaye delilini reddeder. Zira ona göre bu kanıtlar bilgimizin sınırlarının çizildiği bu coğrafyadan başlayarak bilgimizin ulaşmasının mümkün olmadığı metafizik âlem hakkında çıkarım yapmayı amaç edinmişlerdir; ancak o ülkeye varmaları hiçbir şekilde mümkün değildir. Bu yüzden Kant’tan sonra Allah’ın varlığı ile ilgili kanıtlar yaklaşık iki yüzyıldan fazla modern insanın zihnindeki fazladan yükler olarak kabul edilip, tarihin çöplüğüne atılmıştır. Bütün bu eleyici mantığa rağmen son dönemlerde bu delillerin tekrar filozofların dikkatini çekmeye başladığına, çok ciddi bir literatürün oluştuğuna ve felsefi tartışmaların ana gündemini işgal ettiğine şahit oluyoruz.

Hiç unutmuyorum Ankara İlahiyat Fakültesi’ne yurt dışından gelen Hıristiyan bir din adamı grubu o zamanlar Tanrı’nın varlığı ile ilgili delilleri çalışan bir öğrencimize, “ha kozmolojik delil mi çalışıyorsun, biz Kant’tan bu yana onları bir kenara bıraktık” dediğini, o öğrencimiz bana ifade etmişti. Maalesef ki trendler, modalar sadece popüler kültürde geçerli değilmiş gibi duruyor; felsefe ve bilimde de kalabalıklar bazen günün menüsü neyse ona talip olabilmekte, seçimi garsona bırakabilmektedir. Belki de bunu en güzel İsmet Özel’in dizeleri ifade edebilir:

İnsanlar

Hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır

O ferah ve delişmen birçok alınlarda

Betondan tanrılara kulluğun zırhı vardır

Sözü çok fazla uzatmadan şunu diyebiliriz ki, metafizik ve rasyonel teoloji hakkındaki modern insanın umursamaz ve kayıtsız bakış açısını, büyük oranda Kant’a ve Hume’a borçlu olduğumuz felsefe tarihi açısından ele almak yanlış bir tespit olmayacaktır.

Kant’ın felsefede metafiziği elemesine benzer bir bakış açısını, Einstein’ın fizik biliminde yaptığını görüyoruz. Aynı Saiklerle olmamakla birlikte, Einstein fizikte Newton’da mevcut olan metafizik unsurları göz ardı etme yolunu seçmiştir. Bilindiği üzere Newton fiziği metafizikle iç içe geçmiş bir fizik idi.[1] Ona göre bu dünyada var olan göreli uzay ve zaman, mutlak bir uzay ve zamana dayanmak zorunda idi. Hepimizin kollarında var olan saatlerin hangisi daha kesindir? En doğru zamanı gösteren saat hangi saattir? sorularının cevabı Einstein’a göre yok iken, Newton’a göre doğru saati belirlemenin pratik yolu her ne kadar keşfedilememiş olsa da, ilkede mutlak zamana, esire göre belirlenebilirdi. Diğer bir anlamda mutlak zamanı ve uzayı maddi olarak tecrübe edemesek de ilkece var olması gerekirdi. Hatta Newton’a göre maddi dünyanın önkoşulu olan bu mutlak zaman ve uzay Tanrı’nın ezeli sıfatlarıdır. Newton’un sudurcu felsefesinin çıkarımlarını burada detaylı bir şekilde tartışacak değilim, ancak onun bilim anlayışının maddi dünyayla sınırlı olmadığını ve metafizik alanla iç içe geçmiş olduğunu ifade etmeliyim: Sonuç olarak da bu bilimsel tavrın hiç de kötü sonuçlar vermemiş olduğuna şahit oluyoruz. Einstein’ın gelip Newton fiziğini ortadan kaldırdığı gerçeği bizleri yanıltmasın; sonuçta hala makro fizik alanındaki hiçbir şey Newton kurallarını dikkate almaksızın işlevini yerine getirmez. Bugün hala günlük hayatta kullandığımız birçok şey Newton fiziğine dayanmaktadır. Peki, Einstein’ın Newton’la alıp veremediği neydi diye soracak olursak, aslında hiçbir şey. Basit bir şekilde hocası olan Ernst Mach’ın pozitivist anlayışını devralıp, “madem tecrübe edemiyorum o halde onu varsaymanın bir gereği yok” diyerek mutlak zaman ve uzay anlayışını dikkate almaktan vazgeçti. Mutlak zaman ve uzayın, aslında elimizde var olmadıklarına dair hiçbir deneysel veri olmamasına karşın, Einstein’ın formülleri işlevsel olarak onlarsız da çalışabildiği ve gerekli sonuçları verebildiği için tarihin çöplüğüne atıldı.

Bununla birlikte, görelilik teorilerinin empirik alandaki başarısının muazzam olduğu kuşku götürmez. Fizik bu istikamette güçlü bir şekilde ilerledi ve Lorentzci mutlak eş zamanlılığı kabul eden görelilik teorileri şaz görüşler olarak çok da dikkate alınmadı. Belki de ihtiyaç hissedilmedi. Bununla birlikte Hume ve Kantçı metafizikle harmanlanan Einsteincı fiziğin yol açmış olduğu felsefi muammalarla yaklaşık yüz yıldan beri insanlığın kafası hayli karışmış gözükmektedir. Eğer siz de benim gibi bilim kurgu filmlerinin iyi bir takipçisi iseniz, zamanda yolculuklar, başka evrenler arasında geçişler, solucan deliklerinde seyahat gibi bir sürü fantastik bilim kurgu filmlerinin düşünsel altyapısını,  Einstein fiziğine borçlu olduğunu keşfetmeniz içten değildir: İzlemesi heyecan verici olduğu için iyi bir kurgu ile gişe garantisi de sağlar, ancak ne kadar sağduyu ile örtüşüyor derseniz büyük bir soru işareti. Diğer bir mesele olarak Einstein’ın sonlu ama sınırsız evreninin birçok başka soruna neden olmasıdır; Âlem neden yok değil de var? Ve varsa neden bu şekilde var da başka şekilde değil? Leibniz’e göre bu soru felsefenin en temel sorusudur ve Einsteincı evren anlayışı ve Büyük Patlama teorisi açısından esaslı felsefi sorunlara gebedir. En sonunda Einstein insanlığın dikkatini, zaman felsefesinden, nedensellik problemine ve kişisel kimlik gibi zaten felsefenin en temel sorunları konusunda bambaşka bir mecraya çevirmiş oldu ve birçok sorunun da ortasına bıraktı. Bugün bilim felsefecileri ve bilim felsefesi kökenli metafizikçiler bunlarla boğuşuyor; Einstein’ın kendisinin doğrudan bir felsefeci olduğunu söyleyemeyiz; ancak dehasının görkemini Benim Gözümden Dünya ve başka kitaplarında yakinen gözlemliyoruz. Bütün bu sorunların farkında olduğunu ve bunları Spinozacı monistik bir varlık anlayışı ile aşmaya çalıştığına şahit oluyoruz. Bu kısa değerlendirmeden bile fizik ile metafizik arasındaki yakın ilişkiyi görebiliriz.

Uzay yolu filmini hiç izlediniz mi bilmiyorum ama çekik kulaklı Mr. Spock diye Vulcan gezegeninden gelen dahi seviyesinde zeki bir bilim adamı  karakterinin fotoğrafıyla en azından bir yerlerde karşılaşmış olabilirsiniz. Mr. Spock tamamen duygusuz, verdiği her kararı mantığa ve bilime dayandıran bir figürü temsil eder. Bu karakteri zikretmemin sebebi aslında modern insanın rüyalarını süsleyen tipoloji olması: Kararlarını algoritmik bir şekilde veren, mantığa ve bilime dayalı, duygulanım dalgalanmalarını dikkate almayan bir şahsiyet. Bu kişinin kim olduğunu sorarsak cevap olarak tam da modern insanın hayalini süsleyen, idealleştirilmiş bir şahsiyet olduğunu söyleyebiliriz. O zaman sorumuzu şöyle soralım: Acaba insan dediğimiz varlık, bir çeşit algoritmik varlık olabilir mi veya bilinç olarak adlandırdığımız gizemli yapının aslı matematiksel veya fiziksel unsurlara mı dayalıdır? Soruyu daha da daraltalım.  İnsan dediğimiz bu varlık her ne ise onda gizemli, maddi olmayan, bir takım unsurların, genel anlamda buna ister ruh deyin, ister bilinç,  isterse zihin fark etmez, varlığını reddetmemiz gerekir mi? Ruhun, bilincin veya zihnin insan denen varlığın mahiyetini verdiği ve maddenin dışında ayrı bir yapı olduğu düşüncesi, natüralizmin çağımızın temel inancı olması sebebiyle Ortaçağ düşüncesinin kalıntıları olarak kabul edilip dışlanmıştır. Madem bilim çağındayız, o zaman her ne varsa bilimsel yasalar içerisinde açıklanmalı; ya da o şey bir yanılsama olarak nitelendirilerek dışlanmalı. Zira bilimsel indirgemeciliği savunan fizikalizm veya natüralizme göre, bir bütün olarak insanda maddi olmayıp, fiziksel kanunlara tabi olmayan hiç bir şeyin var olduğunu iddia etmemiz mümkün değildir; bütün evren ontolojik olarak kapalı bir sistemdir. En nihayetinde insan fiziksel ve biyolojik unsurlara indirilebilen veya indirgenmesi gereken bir varlıktır. Bu anlamda girişte zikrettiğim Gilbert Ryle’ın 1949’da yayınlamış olduğu Zihin Kavramı adlı kitabı, ruhu ayrı bir cevher olarak kabul eden Descartesci kartezyen düalizmin tabutuna son çiviyi çakan kitap olarak şöhret kazanmıştır. Descartesci öğreti basitçe, zihnin ve bedenin bir arada var olduğunu, fakat beden, uzay-zaman içinde herkesçe gözlemlenebilir ve mekanik yasalarla açıklanabilirken, zihinsel işlemlerin o zihne özel ve mekanik olmayan gizemli yasalarla çalıştığını öne sürer. Yine bu kurama göre, zihnin bedenin içerisinde olduğu düşünülür fakat zihnin uzayda yer kaplamadığı varsayıldığı için burada içinde kelimesi farklı anlamda kullanılmıştır. Zihinle ilgili bu tasvir bir kısım sorunları da beraberinde getirir: Bir zihin başka zihnin içinde neler olduğunu nasıl bilebilir ve zihinler bedenlere, bedenlerde zihinlere nasıl olup da etki edebilir? Aslında bir teist için bu sorunun cevabını vermek çok zor değildir; nasıl ki maddi olmayan bir Tanrı, maddi olan âleme neden olup onu yaratabiliyorsa ve mantıksal olarak bunda bir çelişki yoksa, maddi olmayan ruh da maddi olan bedenle nedensel ilişki içerisinde olabilir. Bu ilişkinin nasıl olduğunu bilememek, ilişkinin iki tarafından birisini reddetmeyi gerektirmez. Sadece ruhun bedende nasıl etki yaptığı ile ilgili bir sorundur bu; önemli bir sorundur ancak cevabının ruhun varlığını reddedilerek verilebileceği de önümüzdeki tek seçenek değildir.  Bu sorunun cevabını araştırmakla vakit kaybetmektense, bu gerçek soruna verilen cevapları Ortaçağ metafiziğinin gizemli çözümleri olarak ilan ederek kendini natüralist bilimin kollarına teslim eden 20. yüzyılın insanı, ruh kavramını “makinedeki hayalet” olarak kabul etti. Hayaletler gerçekliği olmayan düşünsel imgeler olduğu için, onu mistik ve gizemli ilan edip, bilimin sahasına ait olmadığına karar vererek çöp sepetine gönderdi. Bu düşünceye göre insan davranışlarında bilimin konusu olamayacak, tecrübi bilginin ele alamayacağı herhangi bir yapı olamaz. Var olan her şey fiziksel âlemin sınırları içerisinde olmalıdır; yoksa gerçekliğinden de bahsedilemez.  O zaman bütün kognitif/bilişsel bilimlerin yapması gereken şey, bilinç özellikleri olarak düşünülen, karar verme, yönelimsellik, niyet etme, kast etme, duyumsama gibi öznel olarak gözüken niteliklerin en temelde fiziksel ve biyolojik kökenlerini bulmak olmalıdır. Diğer bir ifade ile sadece bilinçli varlıkların erişim sağlayabileceği birinci tekil şahıslı ifadelerin (Başım ağrıyor, elma en sevdiğim meyvedir, gibi) herkesin erişim sağlayabileceği üçüncü tekil şahıslı bilimsel önermelere dönüştürülme çabasıdır. Bu anlayışa göre bilimin nihai görevi, bu öznel olarak gözüken niteliklerin, beyindeki bir takım fiziksel ağlar arasındaki ilişkilerden kaynaklandığını keşfetmek olmalıdır.

Haksızlık etmeyelim, indirgemeciler bu çaba ve gayeyi kendilerine amaç edinirken, bir takım gerekçelere de sahiptirler. Eskiden bir takım zihinsel hastalıkların sebebi bilinemediğinde ortaya çıkan açıklamadaki boşluğun, ruh gibi bir varlığa atfedildiği durumlar olmuştur. Beynin yapısını anlama konusundaki gelişmeler, beynimizin fiziksel kısmı ile ilgili bilgimizi muazzam derecede arttırmıştır. Bugün beynin en ufak yapı taşını MR cihazları ile gözlemleyebiliyoruz, eskiden ruha atfettiğimiz birçok hastalığın aslında kökeninin bir takım beyin hasarlarından kaynaklandığını bilebiliyoruz. Dolayısıyla buradan cesaret alan natüralist bilim, aslında bütün zihinsel içeriklerin beynimizin işleyişi ile özdeş olduğunu iddia etmekte; şu anda bilemediklerimizi de gelecekte bilimin keşfedeceğini ileri sürmektedir. O zaman sorumuzu şu şekilde soralım: Eskiden ruha ve bilince atfettiğimiz bir takım işlevlerin kökeninin fiziksel olduğunun keşfedilmesi, bütün kognitif yapımızın fiziksel olana indirgenebileceğini garanti eder mi? Buna kısaca hayır diyebiliriz; böyle bir anlayışa evet demek aslında bilimin kendisi ile de çelişmesi demektir. Zira bu konuda sadece bilinci maddeden ayrı bir yapı olarak gören düalistler değil -burada düalizmin niteliğini tartışmayacağım- ister Descartesci olsun isterse Aristocu hylomorphism, David Chalmers, John Searle gibi ateistler de bir problem olduğunu söylüyor. Chalmers zihin felsefesine katmış olduğu zor soru[2] (hard question) ile, kognitif unsurların/bilinç içeriklerinin (qualia) fiziksel olana indirgenemeyeceğini iddia etmiştir. Searle de başka bir yol izleyerek biyolojik süreçlerden bilinç gibi bir unsurun zuhur ettiğini ancak bilinç içeriklerinin fiziksel kanunların ötesinde olduğunu iddia etmektedir. Her ikisine göre de, indirgemecilik bilinç konusunda yanlış bir yöntemdir. Dolayısıyla sonuçta bütün bilişsel içeriklerin bir illüzyon olduğuna inanan indirgemeciliğin çok da iyi bir çözüm olmadığını iddia etmektedirler. Bu iki önde gelen zihin felsefecisinin yanında başkalarını da zikredebiliriz.

Bu kısa ve öz değerlendirmelerden düalizm adına bir muzafferiyet çıkarmak gibi bir kolaycılığa gitmek amacında değilim. Ancak şunu söylemeye de hakkımız varmış gibi geliyor; en azından görünürde bilişsel yetileri olan insan dediğimiz varlığın, tamamen biyolojik ve fiziksel kanunların bileşkesi olduğunu iddia etmek, yukarıda değinmiş olduğum birçok sorunu da beraberinde gündeme getirmektedir. Bir an için insanın biyolojik ve fiziksel kanunlara tabi olan, onlara göre işleyen bir algoritmik mekanizma olduğunu varsayalım. Böyle bir varlığın, öz-bilinçlilik hissiyatı, benlik duygusu, faillik, kişisel özdeşlik, özgür irade ve ahlaken sorumlu olma gibi neredeyse bir felsefe kitabının büyük kısmını oluşturan konuların gerçekliğinin olmadığını iddia etmekten başka seçeneğinin kalmadığı veya daha ılımlı bir yorumla radikal bir şekilde farklı yorumlama zorunda olduğu bir gerçektir. Peki, böyle bir yolu tercih etmemiz için ne gibi bir gerekçemiz olabilir? Bilimin geldiği safha mı? Bir takım radikal ateistlerin bilimin kaydettiği aşamadan cesaret alarak ona duydukları sonsuz inanç mi? Yukarıda kısaca değinmeye çalıştığım gibi, buna hayır cevabı vermek için birçok gerekçeye sahibiz. Sonuç olarak bilinç denen olgunun gerçekliğini fiziksel ve biyolojik olana indirgeme teşebbüsü, zannedildiğinin aksine birçok problemi de beraberinde getirmektedir. İyi bir tercih olmadığını iddia etmek için de birçok haklı gerekçeye sahip olduğumuz kuşku götürmez. Fiziğe ve biyolojiye indirgenemeyen, maddi olmayan bilinç içeriklerini kabul etmek, bilim karşıtlığı değil,  bilimin natüralist yorumlarını eleştirmek anlamına gelir.

Kaynakça

[1] Enis Doko, Dahi ve Dindar Isaac Newton, İstanbul Yayınevi, 2011

[2] https://www.youtube.com/watch?v=uhRhtFFhNzQ&t=518s

Önceki İçerikRamazan’ın ‘Kadri’ni Bilmek
Sonraki İçerikMağripli Filozof Taha Abdurrahman’ın Tasavvurunda Hakikate Açılan Kutsî Yol Olarak Diyalog
1972 yılında Bursa’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini burada tamamladı. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden 1997 yılında mezun oldu. Aynı fakültenin Din Felsefesi Ana Bilim Dalı’na 2002 yılında araştırma görevlisi olarak atandı. “Wittgenstein’da Dil Oyunları ve Dini İnanç” tezi ile 2001 yılında yüksek lisansını, “İnsan Hürriyeti Açısından Tanrı’nın Ön Bilgisi” teziyle 2006 yılında doktorasını tamamladı. 2020 yılının Şubat ayında Ankara Ün. İlahiyat Fakültesi’nden Uludağ Ün. İlahiyat Fakültesi’ne geçmiştir. Akademik çalışmaları, genel olarak din felsefesi, metafizik, zaman felsefesi, özgür irade, din ve bilim ilişkileri üzerine yoğunlaşmaktadır. Son olarak “Tanrı, Ezelilik ve Zaman” adlı kitabı yayınlanmıştır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here