Söylem ile Eylemi ‘Bir’ ve ‘Beraber’ Olmak

1

İnsan sözcüklerle düşünür, düşünceleriyle söylemini; eylemleriyle ise ilişkilerini yönetir. Onun düşüncelerinin arkasında ise niyetleri bulunur. ‘Niyet’, düşünceye salık veren içsel motivasyon ve yönelim kaynağıdır. Niyet aşamasını tamamlayamayan bir düşüncenin, dış dünyada gerçeklik kazanması mümkün değildir. Niyet, düşüncenin ilk nüvesini/tohumunu oluşturur. Niyetin düşünceye aktarılması ise tohumun toprakla buluşması gibidir. Tohumun potansiyelinin toprakla birlikte harekete geçmesi gibi niyetlerimiz de düşüncelerimizle buluştuğunda, varlık sahnesinde görünürlük kazanmaya başlar. Bu yüzden niyet hayırlıysa düşüncenin, sözün/söylemin ve sonucun/eylemin de hayırlı olması beklenir. Niyet, düşünce, söylem ve eylem dörtlüsüyle özetlenebilecek bu süreç, hayatın olağan akışıyla birlikte nihai sonucunu da belirler.

İnsan, etrafında gerçekleşen olaylar üzerindeki gözlemleriyle bugününe ve geleceğine ilişkin düşüncelerini tutarlı bir çerçeveye büründürmeye çalışır. Düşüncelerinin sonuçlarını sözcüklere aktararak anlamlı davranışlar sergilemenin yollarını arar. Bununla birlikte, onun niyetlerinin her zaman düşüncelerinde, düşüncelerinin söylemlerinde, söylemlerinin ise eylemlerinde ‘gerçekte olduğu ya da olması gerektiği gibi’ yansıma bulmadığı kolaylıkla fark edilir. Bu iletişimsizliğin, bireysel kaygılardan ve toplumsal kısıtlamalardan kaynaklanan pek çok nedeninden söz edilebilir. Düşünceden söze ve sözden davranışa aktarılma fırsatı bulamayan niyetlerin ise hayatın nihai amacına katkıda bulunma imkânından bahsedilemez. Bu durumda niyet, düşünce, söylem ve eylem arasındaki uyum, eşgüdüm ve koordinasyon gerçekleşmemiş olur. Söz konusu dörtlü süreç sağlıklı işlemediğinde ise, söylemi ile eylemi birbiriyle örtüşmeyen ‘tedirgin kişilikler’de artış görülür. Bu durumun nihai sonucu: kal dili ile hâl dili birbirinden farklı bireylerden oluşan güvensiz bir toplum manzarasıdır.

Bilginin bilişim, hızlı erişim ve iletişimle buluştuğu günümüz dünyası, söz konusu güvensiz toplum ya da ilişki modelinin örnekleriyle doludur. Böylesi bir toplumsal vasatta dilimiz, her geçen gün söylemi/retoriği önceleyen, söyleme uygun eylemi ise gölgeleyen bir yaklaşıma evrilmeye devam eder. Eylemlerimize yansımayıp sadece söylemde kalan keskin bir dilin ürettiği sorunlar, çok bileşenli denklemler oluşturur. İnsanî potansiyellerimizi geliştirmeye yönelik tavsiyeler içeren tüm felsefî, ahlakî ve dinî sistemlerin hedeflediği ‘dengeli kişilikler’den oluşan ‘erdemli toplum modeli’, yerini bu yeni toplum manzarasına bırakır. Elbette bu manzaranın oluşumuna, gelişimine ve sürekliliğine katkıda bulunan pek çok etmenden söz edilebilir. Ancak sebebi ne olursa olsun bu durumun, insanı erdemli bir hayatın merkezinden gittikçe uzaklaştırdığında kuşku yoktur. Bu durumda insan, kendisini ‘Hazret-i İnsan’ yapan temel erdemlerle bağını zayıflatarak hızlı savrulmalar yaşar. Kişiliklerin istikrara kavuşması için söz konusu savrulmaların yeniden dengelenmeye giden bir rotaya yönelmesi gerekir.

Toplumsal sorunları ortaya çıkaran sebepler gibi ürettiği sonuçlar da çok boyutludur. Bununla birlikte herhangi bir sorunun kaynağında yatan ve diğerlerinden daha baskın karaktere sahip olan temel sebepler bulunur. Bu çerçevede, kişisel istikrarımızı bozan söz konusu sorunun odağında, insanın kendini yönetmekte zorlanmasının yattığı söylenebilir. Günümüz insanı, tüm olumsuzluklara rağmen umudunu taze tutma niyetiyle tamamladığı bir günün ertesindeki yeni güne yeni sorunlar ve yenilenen gündemlerle uyanmaktadır. Çoğunlukla iradesi ve kontrolü dışında gelişen bu gündemlerin dışında kalamadığını düşündüğünde ise, kendisini bir kozanın içine hapsedilmiş gibi hissetmeye devam etmektedir. Bir süre sonra zihninde ürettiği bu kozanın içinde zorlukla nefes aldığını düşünerek zihninde ürettiği bu muhayyel varlığa daha çok inanmaya başlamaktadır. Böylece onu zihninde var edip tahkim edenin kendisi olduğunu unutmaktadır. Dolayısıyla insana, bu kıskaçtan kurtulmasına rehberlik edecek imkânların, başka bir ifadeyle içtenlikli ve etkili iletişim dilinin yeniden hatırlatılması gerekir.

İç dünyamızda bozucu işlevlere aracılık ederek hayatın yönetimini zorlaştıran etmenler karşısında, iletişim imkânlarını yeniden keşfetmeye ve güçlendirmeye yönelik kaynakların harekete geçirilmesinin adımları böylece atılmış olur. Kuşkusuz bu kaynakların mobilizasyonuna giden yolda atılması beklenen ilk adım, insana ‘içtenlikli iletişim’e neden ihtiyaç duyduğunu yeniden hatırlatmaktır. Bu konudaki içsel sorgulamanın dışarıdan da desteklenmesiyle birlikte, bireysel farkındalık düzeyi artmaya başlayacaktır. Bu süreçte, muhatabına değer verip söylediklerini dinleme ve anlama odaklı bir dilin kullanılması elzemdir. Bu üslup, söylem ve eylem bütünlüğüne giden yolda olmazsa olmazımızdır. Zira insanlar arası nitelikli ilişkide dinlemenin yolu, muhatapların birbirlerinin söyledikleri üzerindeki derinlikli tefekküründen geçer. Tefekkür, doğru anlamanın zeminini oluşturur. Söyleyen ve dinleyen arasında etkin iletişimin varlığı, muhataplar arasında güvene dayalı bir ilişkinin tesis edilmesini beraberinde getirir.

Güvenli ilişkilerin egemen olduğu toplumsal ortamların ürettiği kuşatıcı/kapsayıcı dil, etkili/anlamlı iletişimin kapısını aralar. Söylem ile eylemi buluşturmanın başlangıcı, insanın kendisine, muhatabına ve içinde yaşadığı toplumun diğer bireylerine karşı sorumluluklarını yeniden fark etmesidir. Söz konusu farkındalık sürecinin, karşılıklı değer verme, değer görme ve muhatabına kendisini değerli hissettirme adımlarıyla desteklenmesi gerekir. Değerlilik duygusu karşılıklı saygı, takdir ve teşvik sözcükleriyle buluştuğunda, iletişimin içtenliğini ve sürdürülebilirliğini güçlendirmeye başlayacaktır. Bu cesaretlendirici çabaların nihai sonucu, bireysel yaşantılarda huzur, mutluluk ve başarı; toplumsal hayatta ise güvene dayalı birlikte yaşama iradesinin ve müreffeh bir geleceğin tesis edilmesidir. Bu dilin yeniden üretilmesi ve yaygınlaştırılması konusunda hepimize düşen ortak sorumlulukların olduğunda ise kuşku yoktur.

Önceki İçerikCambridge Hatıratı II
Sonraki İçerikBursa’yı Yâd
Prof. Dr. İhsan Çapcıoğlu, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Din Sosyolojisi Anabilim Dalı öğretim üyesidir. Akademik kariyeri süresince Almanya, Avusturya, Macaristan, Slovakya, Kırgızistan ve Kazakistan’da proje ve araştırma amaçlı akademik faaliyetlerin yanı sıra, misafir öğretim üyesi olarak bulundu. Ankara, Hacettepe, Gazi, Bilkent ve Hacı Bayram Veli Üniversitelerinin çeşitli birimlerinde dersler, seminerler ve konferanslar verdi. Avrupa Birliği, TÜBİTAK, TÜBA, YÖK, TİKA ve MEB bünyesinde yürütülen çok sayıda projede görev aldı. Bu projelerin önemli bir kısmı, toplumun dezavantajlı kesimlerine yönelik psiko-sosyal destek uygulamalarının geliştirilmesine yönelikti. Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde kısa süre önce tamamlanan Psikososyal Destek Programlarının Yenilenmesi Projesi’nde çalıştı. YÖK tarafından yürütülen üniversitelerde kalite kültürünün geliştirilmesine yönelik çalışmalara da Ankara Üniversitesi Kalite Komisyonu üyesi ve İlahiyat Akreditasyon Ajansı (İAA) başkan yardımcısı olarak aktif katkıda bulunmaya devam ediyor. Ulusal ve uluslararası düzeyde yayımlanmış makaleleri, bildirileri ve kitapları bulunmaktadır. Çalışmaları; bilgi, kültür, din ve değerler sosyolojisi alanlarında yoğunlaşmaktadır. İngilizce ve Arapça bilen Çapcıoğlu, evli ve iki çocuk babasıdır.

1 YORUM

  1. Amellerin niyetlere göre olduğunun güzel bir açıklamasını okuduk. Sağlıklı işleyen niyet düşünce söylem ve eylem sürecinin ne denli önemli olduğunu…
    “yapmadığınıź şeyi niye söylersiniz?” ayetin geniş açıklaması manası olan söz- eylem tutarlılığının birey ve toplum dünyasında doğuracağı neticelerin önemine işaret eden harika bir yazı, teşekkür ediyoruz.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here