Kendimizle baş başa kalmayı seviyoruz. Daha doğrusu başımızı gönlümüze yaslamayı… Yine böyle bir anda seyir defterinden hatıraları izliyoruz. Koşarak ilerlerken bir yerde duruyor gözlerimiz, bütün sokaklardan yavaş yavaş geçiyoruz. Ağır çekime alıyoruz ve dinliyoruz. Şırıl şırıl akan bir şiir kulaklarımızdan gönüllerimize şifasını akıtıyor. Bu şiir yaşanmalı diyoruz, yaşarken kendimizden kıskandığımız şehri, hocamızın şu sözüyle tekrar okuyoruz: “Şiir şehir Bursa.”
Nihayetin Bursa’nın sokaklarına çıkacağından adımız kadar emindik. Zaten hatıra deyince gönlümüzde hatrı kalan yegâne şiiri, bu şehri anımsıyoruz. Henüz üzerine yeni yaşamlar eklemesek dahi, anda bile bir hatırayı yaşar gibi yaşıyoruz bu şehri. Sebebini kadim şehir olmasına bağlayabiliriz. Çünkü Bursa’nın dar ama aydınlık sokaklarında bazen bir evliyanın, bazen bir Bursa hanımefendisinin ayağının tozuyla nefes alır, bu tozla cûşa geliriz. Evet, soluduğumuz bu toz bir afyon niteliğindedir. Aklı baştan alan ve insana kendini unutturan bu tozla, Bursa’yı bize yasak kılan haklı bir şeyhülislama denk gelmeden yolumuza devam edelim.
Usulca ilerlediğimiz bu yolculukta, hakikatte birbirine asla kavuşamayacak sokakları gönül bağıyla birleştirebilir, gönlümüzü rehber edindiğimiz bu yolda, dağlardan denizlere çıkabiliriz. Hiçbir yere çıkmayan sokaklarda da geceyi geçirebiliriz. Ama zaten Bursa’da bulunduğunuz her anda, kalbinizin bir çıkmaz sokağındasınızdır. Bu duruma alışmış olduğunuz için kaybolduğunuzu hissetmez, aksine bir şeyleri bulmaya gebe olduğunuzu fark edersiniz. Çünkü sokaklar çıkmazsa insan durur, düşünür, bir yol arar. Bu arayış ömrün en kutsal hazinesidir. Bu arayışları harcarız büyüdükçe. Bu arayışların neticesidir, sevda terimlerimiz ve düşünce eksenimiz.
Bir düşünce bir dertten, bir dert binlerce düşüncenin ezilmesinden çıkar değil mi? Dert de sevdayı düşünceden önceye koyar böylelikle. “Kalbi olan düşünür.” deriz sonra. Kalbi olan gezer, kalbi olan bazı sokaklardan çıkamaz…
Daha fazla dertlenmeden yeniden Bursa’ya dönelim. Narin bir çiçek olan saçlarını, balkona uzanan yeşil yapraklı çınarın dalgalı hışırtısına ortak ederek tarayan Bursa’ya. O bir hanımefendidir. Ve diyebiliriz ki bir hanımefendiyi tanımak fütursuzca olacak iş değildir. Bir hanımefendi hikâyesini örtülü anlatır ve ancak o örtüyü kaldıran asıl nura muktedir olur. İşte Bursa da bu yüzden ancak mahreminden öğrenilir. Elbette her mahremi, Bursa’yı alelade anlatmaz. Lakin, sırrının üstündeki güzelliği faş etmekten dillerini alıkoyamazlar. Çünkü güzellik görünmek; görülen de anlatılmak ister. Güzellik karşısında kalp coşar; zihin tellallar çağırtır…
Bilmek gerekir:
Bursa kimdir?
Bursa’yı kim bilir?
Bursa’yı bileni bulmak için ne gerekir?
Bursa’yı bileni bulmaya herkes muktedir midir?
Öncelikle Bursa kimdir sorusunu Bursa’yı bilene sormak gerekir. Bursa’yı bileni ise bulmak gerekir. Bursa’yı bilen evliyalardır, padişahlardır, tarihtir, sanattır, taştır, topraktır. Evliyaları, padişahları tanımak; tarihi, sanatı, taşı, toprağı okumak gerekir. Okumak herkesin harcı değildir. Okumak için zihnin ve gönlün derin olması iktiza eder. Bu yüzden Bursa’yı bileni bulmalıdır. O da muhit işidir, ilim işidir, kalp işidir, en çok da nasip işidir. Hamdolsun bir Bursa’yı bileni bilen, Bursa’da gezen, Bursa’nın mahreminin gönül evladını tanımak bize nasip oldu. Evvela evliyalarla, taşla, toprakla arkadaş olmuş birinden bahsediyoruz. İsmini ne kadar çok anarsak o kadar bilecek değiliz. Çünkü o bilinmeyenle var olan sevda gibi anılmayan kısmıyla vardır. Ve ben de onu anlatmaya yeltenmeyeceğim. Çünkü henüz liyakatim o kadarına yetmez ve zaten onu bilen bilir. Ve mutlak, bu yazıyı onu bilen okur.
İşte ben Bursa’yı tanıyabilmeyi; hocamdan, hocamın açtığı ilim muhitinden öğrendim, demeliyim. Emir Sultan’ı, Üftâde’yi, Bursevî’yi, Somuncu Baba’yı, Tophane’yi, Haraççıoğlu’nu, Yıldırım’ı ancak o anlatınca bu kadar kıymetli bildim. Çünkü Bursa’yı bilenleri; evliyayı, ulemayı, asıl dostları o biliyordu.
Kime rastladıysam Bursa’ya âşık buldum. Tanımasa dahi sever buldum, çünkü ondaki efsun ruhu sarar. Onun kokusu büyüdür. Bursa, İstanbul’un gülüdür. Kalabalıklarla, keşmekeşlerle savaşan İstanbul’un arkasındadır ve Bursa daima o beyefendiye meftundur.
Şimdi Bursa’nın en huzur bulduğum mekânından, Kavaklı Cami’sinden inerken zihnimden bunca düşünceler geçiyor. Biraz aşağımızda Ulucami’ye çarpıyor gözlerim. Ulucami’yi ulu yapan sadece büyüklüğü değil Bursa’nın kalbinde olmasıdır, diye içimden geçiriyorum.
Ahh Bursa ne çok sevdaya beşiklik ettin… Evliya Çelebi’den çıkıp, Tanpınar’dan geçip, Cahit Çollak’tan süzüp, bize ancak suyunun suyunu bıraktın. Ama bu bir damla suyla abdest almaya arzulu o kadar insan tanıdım ki o bir damla su deryalar oldu, gönlümüzden kiri pası sildi. Bursa’ya ayak basan Bursa’yla şifa buldu. Kim geldiyse kaldı, kalarak gitti asıl diyara. Kaldıkları için de hep yerinde aşkla durdu. Hep sevilen oldu. O yüzden şimdi Bursa, ruhun kuş cıvıltılarıyla coştuğu bir bahçeye açılan balkondur. Bursa bir damlayla bir deryayı kurandır. Bursa hiç durulmayan ve hep berrak kalan ırmaktır. “Velhasıl Bursa sudan ibarettir.”: Sevda suyu.
Emine AKGÜN
BUÜ Türk İslam Edebiyatı Bilim Dalı
Yüksek Lisans Öğrencisi