Ayna ve İstiğrâk

0

Tarihte ilk defa aynada kendini gören kişi acaba nasıl bir duygu hali yaşamıştır ?! Belki bir çocuğun ilk defa gökkuşağını görüp, ‘Aa! Gökyüzünü boyamışlar!’ demesine benzer bir hayret halidir. İnsanda hayranlık ve merak uyandıran durumu itibarıyla ayna, tarih boyunca insanlar için özel bir eşya ve ona özgü anlam yüklü bir nesne olarak tasavvur edilmiştir. Ayna bir fizik konusu olarak her ne kadar ışığı yansıtan metal vb. eşyanın cilalanmış yönü olsa da gerçekte o, bunun çok ötesinde bir unsur olarak telakki edilmiştir. Milat öncesi dönemlerde muhtelif milletlerden kalan antika eserlerde aynanın var olduğu anlaşılmaktadır. Ancak mesela bundan üç yüz yıl öncesinde Venedik Cumhuriyeti, Avrupa’nın cam ve özellikle ayna üretimini (ve bunun sırrını) elinde bulundurmuştur. Gizemli yapısı itibarıyla ayna, özellikle medyumların, şamanların, ruhlar âleminden haber verenlerin ellerinde önemli bir unsur olmuş ve buna dair çeşitli efsaneler üretilmiştir. Bizim kültürümüzde bile geceleyin aynaya bakılmaz/dı. Kimi yörelerde ölmüş kişinin karnının üstüne ayna konulurdu. Mitolojiye göre sihirli aynalar görünmez olanları gösterir, gelecekten haber verirdi.[1]

Sanatın vazgeçilmez bir unsuru olarak ayna, insanoğlunun her zaman yanında olagelmiştir. İnsanımız cebinde, çantasında küçük bir ayna taşımayı âdet haline getirmişti/r. Evlerdeki duvar ve boy aynaları vazgeçilmez bir dekor olarak hep yanı başımızda durur. Ne de olsa hemen hiçbir insan, sanattan kendini bigâne kılamaz. Dışarıya çıkarken ayna karşısına geçip şöyle üstüne başına bir çeki düzen verir. Ayna sadece evlerde değil arabalarda (taşıtlar) da vazgeçilmezdir. Öyle ya, insanlar aynaya/geriye bakarak ileriye doğru yol alırlar. Tarih de böyledir gerçekte. Tıp alanında, astronomi çalışmalarında da aynalar önemlidir. Demek ki, gündelik hayatın hemen her safhasında aynalar ile hep yüz yüze kalırız.

Bilgi teorisi açısından ayna, karşımıza bir metafor olarak çıkar. Mesela Gazzâlî’nin bilgi felsefesinde şöyle bir manzara dikkatimizi çeker. Âlemdeki her şeyin bilgisinin yazılı olduğu bir yer vardır (levh-i mahfuz/korunmuş levha). Kişi, kalp aynasını ne ölçüde saf kılarsa (tasfiye) oradaki bilgilerden gönül aynasına yansıma olur. Böylece kişi (sufi), akıl ile erişilemeyen bilgilere vasıl olur. Kişinin kalp aynasına, Levh-i mahfuzdan yansıyan bilgilerin oluşabilmesi için sahih iman ve temiz ahlak gerekir. Din, işte bu yolun yöntemini en iyi veren sistemdir. Peygamberler (nebiler ve onların yolunun takipçisi veliler) bunun nasıl olacağını uygulamalı olarak göstermiş kişilerdir. Demek ki, kalbin bir tür ayna olarak telakki edilmesi, bizdeki tasavvuf açısından mühim bir bakış açısıdır. Bu bakış açısının, İşraki çizgideki düşünürler gibi, görme teorileri ile ilgisi ayrı bir bahsin konusu olabilir.

İbn Arabi düşüncesinde ayna motifi varlık düşüncesi açısından dikkat çekicidir. Vahdet-i vücut düşüncesinde Allah Teâlâ’nın, ‘ehadiyet’ ve ‘vahidiyet’ yönlerinden söz edilir. Cenâb-ı Hakk, vahidiyet yönü itibarıyla anbean zuhur eder ve âlem, tecelli dalgaları halinde sürekli yaratılışa konu olur. Niyazi Mısrî’nin ‘peydâ redifli Gazel’i bu konuyu terennüm eder. Demek ki âlem, O’nun zuhur mahalli, vahidiyet yönünün yansıması halidir. Bu yönüyle âlem, sanki tecelli dalgalarının kendinde zahir olduğu ayna konumundadır. Yenişehirli Avni, bu durumu şu mısralarıyla dile getirmiştir: “Çünkü Sen, âyine-i kevne tecellâ eyledin / Öz Cemâl’in, çeşm-i âşıktan temâşâ eyledin.”[2]

Sanatçıların eserlerinde aynanın ayrı bir yeri vardır. “Aynalar, söyleyin bana ben kimim ?” diye sorar Necip Fazıl Çile isimli şiirinde. Cahit Sıktı Otuzbeş Yaş Şiiri’nde, ‘… Neden böyle düşman görünürsünüz / Yıllar yılı dost bildiğim aynalar’ diyerek geçip giden günlerine hayıflanır ve ayna ile dertleşir. Niyazi Mısrî ise ‘insan-ı kâmil’ anlayışını temsilen, “Halk içre bir âyineyim, herkes bakar bir ân görür” mısralarını inşad eder. Öyle anlaşılıyor ki, şairlerin şiirlerinin vazgeçilmez bir unsurudur aynalar. Bir başka şair, “Zülfü şebinde yârin meh yüzünü gören der / Mağribde bir kalender âyine tuttu aya” mısralarıyla konuya iştirak eder.[3] Bu arada, ‘mümin, müminin aynasıdır’ hadisini de hatırımızda tutmakta fayda vardır.

Ayna, Allah ve âlem açısından metafor olarak kullanılmış bir kavramdır. Yaratılış konusunda A’raf Suresi-172. ayetten hareketle kimi sufi ve şairler konuya ilgi çekici yorumlar getirmişlerdir. Âlemde varlığa gelen (mevcudiyete bürünen) her şeyin bilgisi mademki, O’nun katındadır (ve levh-i mahfuz’da kayıtlıdır), şu halde büyük mutasavvıf-düşünür Yunus’un deyimiyle, ‘Ölümden ne korkarsın / Korkma! Ebedi varsın’ cümlesi kurulabilir. A’râf Suresi-172. Ayet meâlen şöyledir:

“Rabbin, Ademoğullarından, -onların sırtlarından-, zürriyetlerini alıp bunları, kendileri hakkındaki şu sözleşmeye şahit tutmuştu: Ben, sizin Rabbiniz, değil miyim? Elbette öyle! Buna tanığız, dediler. Böyle yaptık ki, kıyamet gününde, bizim bundan haberimiz yoktu, demeyesiniz.”

Fatih Sultan dönemi şairi Ahmed Paşa, ruhların Allah ile buluştuğu bu âna telmihen; “Cânıma bir ‘merhaba’ sundu ezelden çeşm-i yâr / Öyle mest oldum ki, gayrın merhabasın, bilmedim!” diyecektir.[4] Onun bu halini, asırlar sonra Mehmet Akif terennüm edecektir: “Senin mecnûnunum, bir sensin ancak taptığım Leyla / Ezelden sunduğun şehlâ-nigâhın mestiyim hâlâ.” Edirne denilince ilk akla gelen isimlerden olan Hasan Sezâi-yi Gülşenî, konu ile ilgili şu dizelerinde aynı konuya değinmiştir:

Dost bağının gülü oldu küşâde

Bülbülüz gül figâne geldik

Yârin elinden içmişiz bâde

Ânınçün bunda mestâne geldik

 

Cismimiz bunda canımız anda

Gevherimiz aslı ol kânda

Sezâi şimdi biz bu dükkânda

Biraz eğlenip seyrâne geldik

 

On yedinci yüzyıl şairi Nâilî de benzer sözler terennüm etmiştir:

Mestâne nukûş-ı suver-i âleme baktık

Her birini bir özge temâşâ ile geçtik

Öyle anlaşılıyor ki, varlık üzerine farklı görüşler tarih boyunca hep olmuş ve buna dair idrak, bilgi anlayışı da farklılık arz etmiştir. Hemen her canlıda bir şekilde var olma kaygısı kendini gösterir. Ölüm ise sanki bir ‘yok olmak’mış gibi kendini hissettirir. Bu durum ahlak kitaplarında ölüm korkusu adıyla ayrı bir bölüm olarak ele alınmış ve icabında rasyonel temelli çözümlemelere gidilmiştir. Kindî’nin Üzüntüden Kurtulma Yolları, İbn Sina’nın Ölüm Korkusundan Kurtuluş Risalesi felsefî bakış açılarını yansıtır. Hasan Sezâi’nin (ve onun gibi düşünen sufilerin) varlık açısından meseleye bakışı ise şu dizelerde kendini göstermiştir:

“Aşinâ-yı yâr olaldan âlem-i aşk içre biz

 Âh u zâr eğlencemizdir derd ile ülfetteyiz

 

Geçmişiz havf u recâdan aşka çün dûş olmuşuz

Yâr u ağyârı bir ettik şimdi biz vahdetteyiz”

Gazzâlî’nin, Mişkât’ta, âriflerin tevhidde istiğrak halinden bahis açtığı kısımda dile getirdikleri, yukarıda şiirle terennüm edilen hale müşabihtir. Çünkü insanlar, ya eşyayı O’nunla görür [ârifler], ya da eşyadan hareketle O’nu görür [râsih âlimler]. Bunun dışındakiler gaflet halindekiler kısmını teşkil eder. İstiğrak halindekiler birinci şıkta yer alan sıddıklardır. (Mişkatü’l-envâr, DİB Yay., sf. 44-53).

 

Kaynakça:

[1] https://tr.wikipedia.org/wiki/Ayna [Erişim: 01.07.2020]

[2] https://dergi.diyanet.gov.tr/makaledetay.php?ID=9713  [Erişim: 01.07.2020]

[3]https://edebiyatvesanatakademisi.com/edebiyat-terimleri-mazmunlar/ayna-tutmak-ayine-dan-ayine-i-gerdan/4877   [Erişim: 02.07.2020]

[4] https://dergi.diyanet.gov.tr/makaledetay.php?ID=9713  [Erişim: 01.07.2020]

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here