Gönlü Yangın Yeri Bir Sâlih: Tüfekçizâde Sâlih Baba

0

“Kesret içre bir aceb sahrâya düştüm gel yetiş

Âbı yok tûfânı çok deryâya düştüm gel yetiş

Bu âdem oğlanları bağrım kebâb etti benim

Kerbelâ cengi gibi gavgâya düştüm gel yetiş

Ey habîbim nûr-ı vechin arz edip güldür meni

Dehr elinden bir kuru da’vâya düştüm gel yetiş”

 

“İnde zikri’s-sâlihîne tenzîlü’r-rahmeti”[1] yani, “Sâlihlerin anıldığı yere rahmet iner.” mısdâkınca biz de bu rahmet deryâsından bir katre düşsün diye nasibimize, sâlihlerden bir sâlih, gönlü yangın yeri bir âbid, Tüfekçizâde Sâlih Baba’yı dilimiz döndüğünce anlatmak, bu vesile ile hem anlamaya hem de bir fatihâ ile anmaya dair gayretimiz olsun istedik. Evvelâ Anadolu’nun ümmî söz ustalarından biri olan Sâlih Baba’nın hayatı, edebî kişiliği ve şiirlerinden söz edip daha sonra da “Sâlih Baba Divânı’nda Vahdet ve Kesret Mefhumları”  başlığı altında birbirine mukâbil iki mefhum olan vahdet ve kesret kavramlarını ele almaya çalıştık.

Sâlihlerin şânına yakışmayan ifâdeler elbette onlara ait değildir, sehv-i lisân etmişsek affola.. Özr-i taksîrimiz,  noksanımızın tâma tebdîli niyâzından ibârettir;  zirâ “Tekmil-i kusûr etmekdir âyin-i mahabbet..”

 

Sâlih Baba’nın Hayatı

Sâlih Baba. Nâm-ı diğer Tüfekçizâde Sâlih Baba. 19. asrın ikinci yarısı ile 20. asrın başları arasında yaşamış tekke şairlerimizdendir. Erzincan’da dünyaya gelmiştir. Babası Mustafa Efendi, annesi Âtike Hanım’dır. Erzincan’da “Tüfekçizâdeler” nâmıyla meşhur bir aileye mensuptur. Bu sebeple “Tüfekçizâde Sâlih Baba” olarak da anılmıştır. Aile fertleri yaygın olarak çilingirlikle meşgul olmuş ve aynı zamanda çilingir dükkânlarında tüfek de tamir edilmiştir. Çilingir ustası olduğu bilinen Sâlih Baba’nın doğuştan bir kolunun çolak, bir ayağının da kısa olduğu bilinmektedir. Şair iki defa evlenmiştir. Birinci evliliğinden Osman ve Fehmi adlarında iki oğlu dünyaya gelmiştir. İkinci evliliğinden ise Dursun adında bir oğlu dünyaya gelmiştir. (Günümüzde ise Sâlih Baba’nın soyundan yaşayan kimse bulunmamaktadır.)

“Beyitlerinde illet(hastalık), kıllet(fakirlik) ve zillet üzre bir hayat yaşadığını dile getiren Sâlih Baba, yaşadığı bu hayattan da zerre kadar şikâyetçi olmaz ve kendisine bahşedilmiş bir “devlet” olarak kabullenir.”[2]

“İlletle ma’zûr olmuşam

Kıllet ile hor olmuşam

Halk içre menfûr olmuşam

Gör neyledi bu derd bana

Oldu bu derd devlet bana”

Sâlih Baba kaynaklarda genellikle ümmî şair olarak anılmaktadır. Ümmî olduğu rivayetler ile bilinen Sâlih Baba bazı şiirlerinde bunu doğrulamaktayken bazı rivayetler de ümmî olmadığı yönündedir. Ahmet Doğan, şairin ümmîliğinin şairlik geleneği içinde değerlendirilebileceğini ifade eder. Bundan dolayı “ümmîliğinin bâtınî mânâda değerlendirilmesi” gerektiğine işaret eder. Sâlih Baba’nın kendisi de bir şiirinde bu husustan şu şekilde bahsetmektedir:

“Ümmîyem bir zerre denli ilme yoktur tâkâtim

Gâh olur ilm ile bî-pâyan oluram kime ne”[3]

Sâlih Baba’nın Divânı’nda şiirlerini zuhûrattan söylediğini ifade ettiği dizeler de vardır:

“Söyleyen Sâlihtir ammâ söyleten Sâmî durur

Bulmak istersen birâder böyle bir Sultân ara”[4]

Nakşîbendî-Hâlidiyye Şeyhi Mehmed Sâmî Efendi’ye intisâb etmiştir. Bu meyanda Sâlih Baba’nın tasavvuf hayatının ve seyr ü sülûkunun başlangıcı ve gelişimi minvâlinde anlatılan menkıbe ise şu şekildedir:

Sâlih Usta bir gün dükkânında işleriyle meşgul iken Kırtıloğlu Tekkesi Şeyhi Mehmed Sâmî Efendi dükkâna teşrif eder. Sâlih Usta saygıyla yerinden kalkar ve Şeyh Sâmî Efendi’yi karşılar. Bir vakit sohbet ettikten sonra Şeyh Sâmî Efendi yerinden kalkar, tezgâha doğru yönelir. Şeyh tezgâhtaki ham demirlerden birini eline alır:

“Evlâdım, bundan bizim tekkeye de bir bıçak yapıver.” der.

Sâlih Usta utana sıkıla bu ham demirden bıçak olmayacağını Şeyh Sâmî Efendi’ye anlatmaya çalışır. Şeyh Efendi:

“Evlâdım siz yapınız, o olur.” diyerek ayrılır dükkândan.

Sâlih Usta ham demiri alır, ocağa sürer ve dövmeye başlar. Bir de ne görsün! Bu ham demir çelikten daha güzel dövülür. Hayrette kalır, işin aslını kavrar gibi olur. Nasip bu ya, tutar Kırtıloğlu Tekkesi’nin yolunu. Şeyh Sâmî Efendi’ye intisâb eder.

İlâhî tecelli bir gönlün nasibi ise Hak o gönlü mâsivâdan çeker kurtarır. Gönlün sahibine de artık bu meşakkatli yolda sabr u sebât düşer. O günden sonra Şeyh Sâmî Efendi’nin sohbetlerine daima katılır, katıldıkça mest olur Sâlih Baba. Şeyh Sâmî Efendi’nin her kelimesinden kendi hissesine düşeni alır. “Pervâne dediğin çerâğa gelir.” diyor ya Necip Fazıl Kısakürek, işte o misâl. Pervâne yanmaktan usanmaz. Yanacağını bile bile gelir çerağa… İşte Sâlih Baba’da pervâne misâli kendini sâlihlerin yoluna, aşk yoluna adamış. Adanmış olmanın iştiyakıyla hamlıktan çıkıp olgunlaşmaya, pişmeye hatta aşk ateşiyle yanmaya başlamış.

Sâlih Baba’nın intisâbı ile ilgili elbette farklı rivayetler de anlatılagelmiştir. Tasavvuf ve tarikatler tarihi kitaplarında hemen her velî için böyle hadiseler rivayet edilmektedir. Bunların yanı sıra denilir ki tasavvuf yoluna girmeye niyet eden evvela tevbe etmeli. Zira tevbe tasavvufî makamların ilki sayılmaktadır. Yola girmeye “sebep” olan olay da aslında “tevbe”dir. İbadetlerin en efdali, ilâhi rızâya ulaşmanın en aydınlık ve en latîf yoludur. Arap dilindeki hakîki mânâsı ise “dönmek” (rücu) dir. Bir kişi için, “o tevbe etti” demek “o döndü” demektir. Yanlıştan döndü, hatadan döndü.. Tevbe hadisesi kişi üzerinde derin etkileri olan olaylardan sonra gerçekleşir, yola girmeye “sebep” olması muhtemel ki bundandır. Hâl bu ya Sâlih Baba’ya da nasib oldu, ihlâslı ve hakikatli bir tevbe.

 Tevbesini ise Sâlih Baba şöyle bir şiirle arz etmiştir:

“Mâsivâdan ref’eyleyip gönlimi

Cemâline müştâk ettin aynimi

Evlâd ü iyâlden kesüp meylimi

Düşürdün bir acep sevdâya bizi”[5]

Yûnus Emre tasavvuf yolculuğuna çıktığında “terk” duraklarına vardı, bir bir geçti de kendini Tapduk Emre dergâhına tamamen, tüm benliğiyle, teslim etti ya, işte öyle bir teslimiyet düştü nasîbine Sâlih Baba’nın..

Kendini câhil addeden Sâlih Baba hep bir gün kovulurum tedirginliğiyle utana sıkıla, diken üstünde oturmuş Kırtıloğlu Tekkesi’nin kapısının dibinde.. Tekkenin en sessiz sakin mürîdi olmuş. Bir gün Şeyh Sâmî Efendi tekkede sohbete başlamış. O sırada tekkeye Mevlevîler ziyarete gelmiş. Nakşîler hâllerini arz ederken sükût eder fakat Mevlevîler hâllerini arz etmeye başladı mıydı ortalık “yangın yeri”ne döner. Şiirler söylenir, meşk meclisleri kurulur. Ziyaret sırasında da şiirler söylenmiş ve meşk meclisleri kurulmuş. Bu hâdiseden sonra Tekke’de şairlerden ve şiirlerden sitâyişle bahsedilirken bir mürîdi de Mevlevîlere imrenmiş olacak, Şeyh Sâmî Efendi’ye der ki:

“Efendim ara sıra bize de müsâade olunmaz mı şiirler söyleyelim?”

Şeyh Sâmî Efendi bunun üzerine:

“Evladım bu bir himmet ve zuhûrat işidir. Şiiri bizim Sâlih de söyler, “Söyle Sâlih!” diyerek kapının dibinde kovulmayı bekleyen Sâlih Baba’yı işaret eder. Destur çıkınca Sâlih Baba kalkar ayağa ve şiirleri kendi iradesi dışında söylemeye başlar. Sâlih Baba’nın dilinden mürşidinin himmeti ile güzel mısralar inci gibi dökülür. Bu kerâmet karşısında tekkedeki müridler hayret ve hayranlık içerisinde kalır. Şeyh Sâmî Efendi bir de Sâlih Baba’nın yanına bir talebesini gönderir, Sâlih Baba söyledikçe o da yazar. (Şiirleri Şeyh Sâmî Efendi’nin müridlerinden Adnan Efendi “Rabıta-i Nakş-i Hayalî” adıyla yazıya geçirir.) Sâlih Baba bu şekilde üç haftaya yakın vakittir şiir söyler. Sonunda da bir divân ortaya çıkar. Artık Sâlih Baba’nın şiirleri tekkede bütün müridler arasında dilden dile dolaşmaya başlar.

Durmadan, yorulmadan şiirlerini söyler Sâlih Baba, tâ ki mürşidi “Yeter Sâlih!” diyene kadar… Bu emirden sonra Sâlih Baba’nın payına artık sükût düşmüştür.

Sâlih Baba mürşidinin faziletini, irşad gücünü ve yüksek derecelerini anlatmak için şiirlerinde kendi isminden önce Şeyh Sâmî hazretlerinin ismini zikreder. “Fenâ fi’ş-şeyh makamının hâllerinden ibaret olan divânı; tarikat âdâbını, müridlik hâllerini ve mürşidlerin örnek davranışlarını anlatır. Eserde seksen dört gazel, on beş kaside, dokuz murabba, on altı muhammes, iki müseddes, bir müstezad, mesnevi kafiye düzeniyle yazılmış dört manzume, yirmi altı koşma, beş dizeden oluşan bentler ve hece vezniyle altı manzume bulunmaktadır.”[6] Birçok şiirinde âyet ve hadislere yer vermiştir. “Şiirlerinin dili zamanına göre sade sayılmakla beraber ‘vecd, hâl, kabz, fenâ- bekâ, şeriat, hakikat, nefs, ruh’ gibi tasavvufî kavramların, tasavvufî terimlerin ve bazı Arapça ve Farsça kelimelerin kullanıldığı da görülür.”[7] Râbıta-i Nakş-i Hayâlî’de hem divân edebiyatı hem halk edebiyatı nazım şekilleri yer almaktadır. Ayrıca Sâlih Baba’nın şiirlerini okuduğumuzda Yûnus Emre’nin, Eşrefoğlu Rûmî’nin, Ümmî Sinân’ın, Kuddusî Baba’nın şiirlerinin sesini yakalamak mümkündür.

Râbıta-i Nakş-i Hayâlî adlı divânı dışında iki eserinin daha olduğu, ancak bunların 1939 Erzincan depreminde kaybolduğu söylenmektedir.

Sâlih Baba’nın şiirleri günümüzde de Erzincan, Gümüşhane, Bayburt ve Erzurum yörelerinde makam eşliğinde, ilâhi nazım şekliyle bestelenip okunmaktadır. Râbıta-i Nakş-i Hayâlî’nin Mehmed Sâmi Efendi’nin oğlu Selâhattin Kırtıloğlu’nun özel kitaplığında bulunan 1899 tarihli yazma nüshası Fehmi Kuyumcu tarafından “Salih Baba Divanı” adıyla yayımlanmıştır. 2002 yılında da Prof. Dr. Ahmet Doğan tarafından “Sâlih Baba (Hayatı, Edebî Şahsiyeti ve Şiirleri) adıyla eserin mevcut üç nüshasının tenkitli metni yayımlanmıştır. Divân, 2015 yılında da Semerkand Yayınları’ndan “Salih Baba Divanı” adıyla çıkmıştır.

Sâlih Baba takriben 90 yaşında Erzincan’da vefat etmiştir. Doğum tarihi ve vefat tarihi kesin olarak bilinmeyen Sâlih Baba’nın şiirlerinden hareketle 1263 (1846) yılında doğduğu ve 1325 (1906-07) yılında da vefat ettiği tahmin edilmektedir.

“Sâlihem usandım dâr-ı fenâdan

Bir ân kurtulmadım renc-i ‘anâdan

 

Bin iki yüz altmış üçte me’vâdan

Bir beşer sûretli hâna gelmişem”[8]

 

Sâlih Baba Ağ Mezarlığı (Akmezarlık) denen yerde medfundur. Burası aynı zamanda Kırtıloğlu Tekkesi’nin de bulunduğu yerdir. Cumhuriyet döneminde yapılan imar uygulamalarında Ak Mezarlık buradan kaldırılır ve Sâlih Baba’nın kabri kaybolur, bugün yeri bilinmemektedir. Günümüzde Hava Şehitleri Mezarlığı diye anılan bu mezarlıkta Şeyh Sâmi Efendi’nin ve Nakşîbendî tarikatının ileri gelenlerinin kabirleri de bulunmaktadır.

Sâlih Baba’yı anmışken örnek bir gazeline de burada yer vermiş olalım: [9]

 

“Yetiş ey keştibânım büsbütün deryâda yangın var

Değil deryâ yalınız cümle hep sahrâda yangın var

 

Açıldı bağ-ı vahdet gülleri mest oldu bülbüller

Zemîn ü âsumân dünya vü mâfîhâda yangın var

 

Erişti nev-bahâr vakti figâna başladı bülbül

Değil bülbül yalınız ol gül-i ra’nâda yangın var

 

Kaşınla kirpigin zülfün beni mest etti ey dilber

Değil mestâne gözler kâmet-i zîbâda yangın var

 

Muhabbetden yarattı ol Habîb’i Hazret-i Mennân

Değil kim ol Muhammed Hazret-i Mevlâ’da yangın var

 

Hitâb-ı “kün fekân” erdi zuhûra geldi akl-ı küll

Felekler gulgûle düştü kamu esmâda yangın var

 

Zemîne indi me’vâdan nice yıllar döküp kan yaş

Yalınız ağlayan Âdem değil Havvâ’da yangın var

 

Nice yıl hasret-i hicrân oduyla yaktı Kenân’ı

Yanan Yakûb değil gör Yûsuf u Zelhâ’da yangın var

 

Cihân halk olalı göster bana âsûde ahvâlin

Ki yok bir istirâhat esfel ü alâda yangın var

 

Erişti Sâmî-yi Sultân berâber dilber-i rûhân

Değil yalınız Erzincan Yemen San’â’da yangın var

 

Bilinmez Sâlih’in rengi çalınır tablı gülbangı

Kurulmuş Kerbelâ cengi yamân gavgâda yangın var”

 

 

Tuğba SEVİM

BUÜ Türk İslam Edebiyatı Bilim Dalı

Yüksek Lisans Öğrencisi

 

KAYNAKÇA

[1] Bu lafız pek çok yerde hadîs olarak zikredilmektedir.  Bkz. Gazzâlî, Ebû Hâmid, İhyau Ulûmiddin, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, tsz.,  Cilt:3, s.170;  Safûrî, Abdurrahman b. Abdüsselam eş-Şâfiî, Nüzhetü’l-Mecâlis ve Müntehabü’n Nefâis, thk. Abdülhamîd Ahmed Hanefi, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Kahire, 1379/1959, s.1.

Bunun yanı sıra Aclûnî, eserinde bazı âlimlerin bu lafzın hadîs olmadığını zikrettiğini ve Süfyan b. Uyeyne’ye nisbet edildiğini aktarmaktadır.  Bkz. Aclûnî, İsmâil b. Muhammed, Keşfü’l Hafâ ve Müzîlü’l-ilbâs, thk. Ahmed Kallaş, Müessesetü’r-Risâle Naşirun, 2012, Cilt: II,  s.91.

[2] Erdoğan, Abdülkerim, “Erzincanlı Sâlih Baba”, Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması, Eskişehir, 26-28 Mayıs 2014, s.441.

[3] Kuyumcu, Fehmi,  Salih Baba Divanı, s. 241. ; Sâlih Baba Divanı, Semerkand Yayınları, İstanbul, 2015, s.29.

[4] Sâlih Baba Divanı, Semerkand Yayınları, İstanbul, 2015, s.23.

[5] Bkz. Sâlih Baba Divanı, Semerkand Yayınları, İstanbul, 2015, s.328.

[6] Doğan, Ahmet, “Sâlih Baba”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt:36, İstanbul, 2009, ss.36-37.

[7] Albayrak, Nurettin, “Bir Tasavvuf Şairi Tüfekçizade Salih Baba”, Mavera, Cilt:10, Sayı: 109, İstanbul, 1986, ss. 8-10.

[8] Bkz. Kuyumcu, Fehmi, Salih Baba Divanı, s. 188. ; Bkz. Sâlih Baba Divanı, Semerkand Yayınları, İstanbul, 2015, s.29.

[9] Bkz. Sâlih Baba Divanı, Semerkand Yayınları, İstanbul, 2015, s.119.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here