Hepimizi hapsetti evlerimize, binlerce canımızı ayırdı aramızdan; ekonomiyi berbat etti, nice iş yeri kapandı, çalışamaz oldu; nice veren eller yardıma muhtaç hâle geldi; bilim peşinden koşar oldu, ilk hatta tek gündem hep korona! Daha neler neler! Biter mi onun vukuat listesi. Kısacası tam bir felaket bu virüs!
Günlerdir düşünüyordum ama artık iyice emin oldum ki bu virüsle mukayese dahi edilemeyecek büyüklükte başka bir felaketi yaşıyoruz. Neden mi söz ediyorum? Merak ettiyseniz takip edin. Neymiş bu EN BÜYÜK FELAKET ve neden haberimiz yok ondan?
Anlatıyorum.
Önce şu sorulara cevap verelim birlikte:
– Gördüğünüz, tanıdığınız düşman mı daha tehlikelidir, yoksa görmediğiniz ve tanımadığınız düşman mı?
– Size acılar yaşatan, normal hayatınızı zehir eden, korku salan, geliyorum diyen ve bu yönüyle de ona karşı tedbir almanıza imkân veren bir düşman mı yoksa bunların tersine sizi insan olmaktan çıkaran bir etkiyle bütün ruhunuzu esir alıp sizden aldığı güçle sizi yok edebilecek olan bir düşman mı?
– Karşıdan, düşman üniformasıyla üzerinize gelen mi, yoksa sinsice aranızda dolaşıp duran mı? Fark edilen mi edilmeyen mi? Dışınızdaki mi, içinizdeki mi? Hangisi daha tehlikeli?
– Çok hızlı yayılabilmekle birlikte nüfusun en fazla yüzde bilmem kaçını kıran mı yoksa herkesi birbirine düşürerek hepsini tümden yok edebilecek olan mı?
Bu soruları çoğaltmak mümkün. Sanırım bunların cevabı her birimiz için çok nettir. Elbette tanımadığımız, bizi kandıran, aldatabilen, mankurtlaştırabilen, üniformasız, haber vermeksizin gelen, sinsi, içimizdeki, bizi bize kırdıran, türümüzün tamamını tehdit edebilen düşman daha tehlikelidir.
Öyleyse kimdir bu EN TEHLİKELİ düşman?
Onu açıklamadan önce, yanlış anlaşılmasın diye, bir şeyin altını kalınca çizelim: Korona gerçekten çok tehlikeli bir virüs. Hiç kimse onu küçümseyemez, tedbirsiz davranamaz. Mevlittir, taziyedir, iftardır, komşu ziyaretidir, bayramdır, eğlencedir bilmem nedir diye onca emeği heba edecek bir ahmaklık yapamaz. Herkes, yetkililerimizin aldığı tedbirlere harfiyyen uymalıdır. Ben bunlara yönelik bir şey demiyor; daha büyüğüne, hatta en büyüğüne dikkat çekmek istiyorum.
Biliyorum, lafı uzattığımı düşünüyorsunuz ve diyorsunuz ki ne söyleyeceksen en başta söyle de bilelim, tanıyalım şu EN BÜYÜĞÜ!
Ama dostlarım!
İnanın ben de bilmiyorum onu. Yani tam olarak bilmiyorum. Söyledim ya en büyük oluşu da zaten bu özelliğinden kaynaklanıyor. Korona’yı tanımayan kaldı mı hâlâ? Artık herkes biliyor onu. Adı, gen yapısı, etkileri, yayılış şekli… her şeyi belli. Ama benim tasvir etmeye çalıştığım şey öyle değil. Anlatalım öyleyse, belki bilen olur.
Önce biraz geriden başlayalım, korona sürecinin başından.
Hani makarna, pirinç, kuru gıda; kolonya, eldiven, mendil, temizlik malzemesi, her şeyi stoklamak için marketlere koşun çağrıları! Hatırlayın o panik hâllerini? Birçok insanın aklını başından alan o hâller neyin nesiydi? Nereden yayılmıştı bu çağrılar! Geçen iki ayı aşan sürede hiçbir kıtlık olmamışken, insanları bu saçma sapan hâllere düşüren düşman Korona’dan daha büyük değil midir?
Bu virüs var ya, aslında ülkemize hiç gelmeyecekmiş ama hacılar, umreciler getirmiş! Çin’den, Orta Asya’dan, Orta Doğu’dan, Avrupa’dan, Amerika’dan, her yerden gelenler de olmuş ama virüsü onlar bulaştırmamış; umreciler bulaştırmış!
Bu virüs var ya, barlar, pavyonlar, bilmem ne hanelerle değil de camilerle yayılacakmış?
Biraz da siyaset alanından bir kaç örnek verelim, din alanı gibi hepimizin uzman olduğu alandan!
Bir bakan, kendini parlatmak için istifa blöfü çekmiş! Cumhurbaşkanı, adamın onca emeğini harcamayı aile içi tercihleri nedeniyle göze almış. Aslında istifayı kabul edecekmiş de Twitter’da milyonları bulan tepkiler nedeniyle vazgeçmiş!
Dolar çok yakında on binin üzerine çıkacakmış! (Bunun kaç yıl önce söylendiğini hatırlıyor musunuz?)
Ordumuz, Suriye bataklığına çekilip tümden imha edilecekmiş! (Hepsinden zaferle çıkmış olduğu hâlde)
Bu türden daha birçok şey sıralayabilirim ama gerek yok. Demek istediğim şu ki bu örneklerde dile getirilenler ister yalan olsun, ister tahmin olsun, ister iyi niyetli uyarılar olsun, bunların hiçbiri gerçek olmasa bile hepsi de en azından kısmen gerçekmiş gibi yerleşebiliyor zihinlerimize. Kaç kişi geriye doğru bakıp da yalanla dolanı, hayalle gerçeği, olanla olmayanı birbirinden ayırıyor? Sonuçta her yalan, bir müddet sonra gerçekmiş gibi bir algıya dönüşüyor.
Evet, yalan çok kötü ama benim anlatmaya çalıştığım bundan çok daha kötü. Çünkü o, yalanı da en etkin kullanan bir mecra! Parmaklarımızın ucunun dokunuşuyla en tehlikeli virüsleri bir daha yakalanamaz bir şekilde yayan bir mecra!
Bu ülkeye cumhurbaşkanlığı, başbakanlık, bakanlık yapmış, bürokrasinin en üst makamlarında yıllarca görev yapmış en büyük devlet adamlarını, Diyanet İşleri başkanlarını, kanaat önderlerini, ilahiyatçıları, mütefekkirleri, akademisyenleri, dinî ve siyasi liderleri, yazarları, hacıları-hocaları… saygın olan kim varsa hepsinin itibarını yerle bir edebilen bir mecra. Parmaklarının dokunuşuyla herkese bir laf çakabiliyorsun, cevap imkânı tanımadan; söylediğin şey doğru mu yanlış mı, ölçülü mü ölçüsüz mü, hiçbir ayar yapmadan.
Yalanı, iftirayı, dedikoduyu, hakareti… paylaşıyorsun ya, var mı bundan daha hızlı virüs yayan bir mecra!
Var mı bundan daha zararlısı! Korona bireyi öldürüyor. Bu ise cemiyeti, sosyal bünyeyi darmaduman ediyor?
Var mı bundan daha akıllısı! Başkasını seninle, seni de onunla vuruyor. Sen başkasının değerine saldırdıkça o da senin değerine saldırıyor ve ikinizin değeri de paramparça oluyor. Değerler gidince geriye kalan şey nedir ki!
Var mı daha sinsisi? Karalıyor, saldırıyor; hakaret, iftira ediyor! Biri bir hata yapmışsa, onu haber verirken filan kişinin oğlu, yakını diyerek o işte hiçbir payı olmayan kim varsa onu da katıyor? Adına da haberleşme özgürlüğü (!) diyerek. Hâlbuki aslında yaptığı haberleşme filan değil, onu konvansiyonel bir silah gibi kullanmaktır. Sözün başını sonunu kırparak, bağlamını kopararak, hususi bir şeyi genelleştirerek, kısaca tahrif ederek bambaşka bir hâle getirip dokunuyor klavyenin tuşuna. Artık hiçbir virüsün ulaşamayacağı bir hızla “TT” oluveriyor. Çünkü ondan sonrası tek bir parmak ucuyla yüzlerce, binlerce, milyonlarca adrese yollanabiliyor.
Sinsi dedim, neden? Çünkü bunu kimi düşünce özgürlüğü, tenkit hürriyeti diyerek, kimi de emri bi’l-maꜤruf zannederek (maskeleyerek mi desek); kimi “hükümeti, Cumhurbaşkanı’mızı savunuyorum” kılıfında sunarak, ama hepsi yaptığı şeyi “çok ulvî bir görev” kapsamına alarak yapıyor!
Hangi düşman, orduyu perişan etmeden komutana ulaşıp ona saldırabilir! Komuta merkezine varmak kolay mıdır? Hedef odur ama oraya kolayca varamayacağı için savaşmak zorundadır. Tarihin gördüğü belki en zalim ordu olan Moğol ordusu bile hilafet merkezine ancak yıllar sonra ulaşabilmişti. Ama en tehlikeli bu mecra seni doğrudan komutanla karşı karşıya getirir, her tür saldırıyı çok kolayca yapabilirsin. Onun için en büyük odur. Hem de her yerden saldırabilir: Facebook, Twitter, Youtube gibi artık sayılamayacak kadar çoğalmış olan sosyal etkileşim ağlarından; her yerden, çok kolayca ve benzersiz bir etkiyle vurabilir. Herkesi kullanabilir kendini yaymak için, hatta belki şaşıracaksınız ama en çok da dindarları kullanır. Münafık da onun askeridir, gafil Müslüman da.
En büyük odur. Çünkü onun herkesçe bilinen bir adı yoktur. Kimileri ona sosyal medya derler ama. O, bir araç sadece. Düşmanla mücadelenin de mecrası aynı zamanda. Fakat belki şu farkla ki, bu mecrada saldıran taraf, kesinlikle avantajlı oluyor. Benim aradığım düşman, bunu da başka araçları da kullanandır. Korona gibi gözle görülmese bile maddi varlığı olan bir şey de değildir. Çünkü maddi varlığı olsa korona gibi nice virüsleri alt edebilen insanlık, bir gün onu da yakalayıp kontrol edebilecektir.
Buraya kadar sabırla okuyan kıymetli kardeşlerim,
Kur’an-ı Hakîm’e bakalım ne diyor bu hususta:
“Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra/36)
“Kendilerine güven veya korku veren bir haber geldiğinde onu YAYIYORLAR. Hâlbuki onu Resûlullah’a ve aralarından YETKİ SAHİBİ KİMSELERE GÖTÜRSELERDİ, içlerinden haberin mâna ve maksadını çıkarabilenler şüphesiz onu anlarlardı. Size Allah’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı, azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz.” (Nisa/83)
“Ey peygamber! Kalpleri inanmadığı halde ağızlarıyla “iman ettik” diyenlerden ve yahudilerden küfürde yarışanlar seni üzmesin. ONLAR HEP YALANA KULAK VERİRLER, sana gelmeyen başka bir kesimi dinler dururlar; KELİMELERİ KONULDUĞU ANLAMLARINDAN KAYDIRIP DEĞİŞTİRİRLER…. Âhirette de onlar için büyük bir azap vardır.” (Maide/41)
“İçinizden SADECE ZULMEDENLERE DOKUNMAKLA KALMAYACAK OLAN FİTNEDEN SAKININ ve bilin ki Allah’ın cezası şiddetlidir.” (Enfal/28)
“FİTNE öldürmekten daha kötüdür.” (Bakara/191)
Dostlarım!
Gelin, bu âyetlere kulak verelim; sonra iyice düşünüp anlamaya çalışalım!
Bakalım en büyük düşman neymiş? Zalim ile mazlumu ayırıyor muymuş? Her duyduğunu test etmeden, araştırıp soruşturmadan, her işi erbabına danışıp iyisini kötüsünü ayırmadan hemen yaymak neymiş? Evet, buna çok dikkat edelim ki, amellerimiz boşa gitmesin.
Haberleşme özgürlüğü olsun elbette, ama bunun arkasına sığınarak sürekli yalan dinleyip yayanlara, sözleri tahrif edenlere, hakkı batıl ile karıştırıp batılı hak suretinde sunanlara, sosyal medyayı konvansiyonel bir silah gibi kullananlara aldanmayalım! Bunlara çok ama çok dikkat edelim. Allahu a‘lem, asıl tehlike işte buradadır. Ama adı nedir onun? Nifak mıdır? Fitne midir? Şeytanlaşmak mıdır? Henüz tanımadığımız yeni bir bilim dalı (!) mıdır? Tam bilemiyorum dediğim şey işte budur. Koronavirüs biz dışarı çıktıkça vuruyor. Bu ise dışarı çıkmasak da. Hatta bu virüs türü; biz evlerimizde, bilgisayarımızın başında iken, telefonlarımız hep elimizde iken daha çok yayılıyor.
19.05.2020