İslâm’a Giriş ve İslâm Peygamberi başta olmak üzere değişik alanlarda kaleme aldığı eserlerin çok farklı dillere tercüme edilmesiyle, XX. yüzyıl insanlığına İslâm’ın huzur veren mesajlarını sunan âlimlerden biri de 1908 Hindistan doğumlu Muhammed Hamidullah’tır.
Ömrünün büyük bölümünü bir “garib” olarak Batı’da, daha çok Paris’te geçiren, kütüphanelerinde çalışmak üzere birçok ülkeye seyahat eden Üstad Hamidullah’ın şeb-i arûsu 17 Aralık 2002 tarihinde ABD’nin Florida eyaletinde yeğeninin yanında gerçekleşmiş, Jacksonille mezarlığının müslümanlara ait olan kısmında defnedilmiştir.
“Fe tûbâ li’l-gurabâ”
Türkiye’ye ilk defa 1932 yılında gelmiş, Süleymaniye kütüphanesinde bulunan yazmalara ve tanıştığı ilim adamlarına hayran olmuştur. 1952’den sonra her yıl üç ay İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi İslâm Tetkikleri Enstitüsü’nde dersler veren Hamidullah, bu hizmetini yaklaşık çeyrek yüzyıl sürdürmüştür. (İstanbul İmam Hatip Okulu’nda 1964-1970 yılları arasında talebe iken bu derslerin bir kısmını takip ettim.) Ülkemizde bulunduğu aylarda Ankara İlahiyat ve Erzurum İslamî İlimler başta olmak üzere Konya, Kayseri, Bursa gibi şehirlerde konferanslar vermiştir. (1966’da Bursa’da verilen konferans, o günün Millî Eğitim Müdürü Ertuğrul Seyhan tarafından gerçekleştirilmiştir. 1973’te Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü’nde verdiği konferansın şahidiyim, kaçak olarak üstadın fotoğrafını da çektim. Çünkü fotoğraf çektirmediğini biliyordum. Ona göre vesikalık fotoğrafların dışındakiler israftır. O gün Enstitümüzde kılınan Cuma namazının da hatibi bendeniz idim.)
Onu, Türkiye’nin dinî eğitim ve öğretiminde emeği olan, bilgi ve tecrübelerini aktararak ilgililere yol gösteren âlimlerden biri olarak hürmetle anmak bir vefa borcudur. Üniversitedeki halka açık dersler için, Fuat Sezgin, Salih Tuğ ve Yusuf Ziya Kavakçı uzun yıllar ona yardımcı olmuştur.
Ülkemizde onun aleyhinde söz söyleyenler, kalem oynatanlar da vardır. Bir insan olduğu için onun da hataları, eksikleri olabilir. Bundan tabiî bir şey olamaz. Fakat bir âlimi tanıtırken/değerlendirirken bütün artılarını yok sayıp, eksilerini dev aynasına koyarak anlatmak – en hafif tabirle- insafsızlıktan başka bir şey değildir. Bu insafsızlık birçok kişinin o insandan istifade etmesini de engellemektedir. Bu da başka bir vebaldir. Büyüklere her zaman saygı duyarız. Bu onların hatasız olduğu anlamına gelmez. Vird-i zebânımız daima şudur: “Büyükler, Allah’ın bize açtığı lütuf kapılarıdır” , “Büyükler hatalarıyla birlikte büyüktür”.
Türkçe’ye tercüme edilen 18 eseri Beyan Yayınları tarafından okuyucunun hizmetine sunulmuştur.
Vefatının 18. yılında hocamızı rahmetle anarak İslam’ın insanlığa sunuluşu, gönülleri fethedişiyle ilgili bazı düşüncelerini, otokritiklerini, şahsi değerlendirmelerini aktarıyoruz.
*
“Benim yetişme tarzım rasyonalisttir. Hukukî çalışma ve incelemeler bana, inandırıcı bir şekilde tarif ve isbat edilemeyen her şeyi reddettirmiştir. Muhakkak ki ben namaz, oruç vesaire gibi İslâmî vazifelerimi tasavvufî sebeplerle değil, hukukî sebeplerle ifa ediyorum. Kendi kendime diyorum ki: “Allah benim Rabbimdir. Sahib’imdir. O bana bunları yapmamı emretmiştir, o halde yapmalıyım. Bundan başka hak ve vazife birbirine bağlıdır. Allah bunları ben istifade edeyim diye bana emretmiştir. Şu halde ben O’na şükretmekle vazifeliyim.”
Batı toplumunda, Paris gibi bir muhitte yaşamaya başladığım zamandan beri hayretle görmekteyim ki Hıristiyanların İslâmiyet’i kabulü, onları İslam’ı kabule sevk eden ne Ebû Hanife ne de İmam Mâturidî’dir. Fakat Muhyiddin Arabî’dir. Bu konuda benim de şahsî müşahedelerim olmuştur.
İslâmî bir konuda benden bir izah istendiği zaman, benim verdiğim aklî delillere dayanan cevap, soranı tatmin etmiyordu. Fakat tasavvufî izah meyvesini vermekte gecikmiyordu. Bu konuda tesir gücümü gittikçe kaybettim.
Şimdi inanıyorum ki Hülagu’nun yakıp yıkan istilâlarından sonra Gazan Han zamanında olduğu gibi bugün en azından Avrupa ve Afrika’da İslâm’a hizmet edecek olan ne kılıç ne de akıldır, fakat kalp ve tasavvuftur.
Bu müşahededen sonra tasavvuf konusunda yazılmış bazı eserleri incelemeğe başladım. Bu benim gözlerimi açtı. Anladım ki Hz. Peygamber zamanındaki tasavvuf ve büyük İslâm mutasavvıflarının yolu ne kelimeler üzerinde uğraşmak ne de manâsız şeylerle meşgul olmaktır. Fakat insan ile Allah arasındaki en kısa yolda yürümektir. Şahsiyetin (insanı diğer canlılardan ayıran manâda karakter, ahlak ve insanlık) geliştirilmesi yolunu aramaktır.
İnsan kendisine yüklenen vazifelerin sebeplerini arıyor. Manevî sahada maddi izahlar bizi pek uzağa götürmektedir. Ancak manevî izahlardır ki insanı tatmin etmektedir.”[1]
Dipnot:
[1] Bu metin Muhammed Hamidullah’ın 27 Eylul 1967 tarihinde Hukukçu İsmail Hakkı Akın’a yazdığı Fransızca mektubun tercümesidir.. Bk. M. Aziz Lahbabî, İslâm Şahsiyetciliği, çev. İsmail Hakkı Akın, İstanbul,1972. 8 nolu dipnot.