İnsana Nasıl Hükmedilir?

0

Büyüklerden birinin tespitine göre, Cenâb-ı Hak kulları arasında farklı cihetlere göre hükmeder. İlâhî irade söz konusu olduğunda, geçerli olan hükmetmektir. Duruma göre davranmak ve “idare etmek”, Âlemin Şâhına yakışmaz. O’nun bir sözü, bir hüküm ifade eder. Gerçekten de bu, ya söz olur ve buna teşrî deriz; ya yaratma olur ve buna da tekvîn deriz. Birincisi, Cenâb-ı Hakkın kullarına, kulların O’nu nezdindeki izzetlerine göre hükmetmesidir. İzzete muhatap olan kullar, diğer mahlûklara göre Hakkın hükmünün menfezi olmaya daha fazla layık olmuşlardır. Ve Hak da fazlı ve keremiyle onlara hâkim olmuştur. Bu örnekte hükmeden ve hükmedilen arasında bir kahır/zorlama yoktur. İlâhî nizâm içerisinde Tanrı’nın kullardan razı olduğu, kulların Tanrı’dan razı olduğu bir çevre oluşmuştur. İkinci olarak, Hak bazen kullarına gayret/başkalarından sakınma iradesiyle hükmeder. Bunda amaç, o kulun haline başkalarının muttali olmasını önlemektir. Burada ilâhî irade kula bir nevi bir seçkinlik bahşetmiştir; onun doğru yol üzere olmasını ve kalmasını istemektedir. Bu nedenle de onu başkalarından sakınmakta ve kıskanmaktadır. Üçüncü olarak Cenâb-ı Hak rahmet ve kerem sıfatlarıyla hükmeder. O’nu rahmeti zaten tüm var olanları kuşatmıştır; hiç bir şey bundan hali kalmaz. Kerem sahibi olmada O’nun üzerine yoktur; yüce gönüllülerin ihsanları O’nun kereminin ihtişamında çer-çöp hediyeler mesabesinde kalır. Çünkü Cenâb-ı Hak settârdır, ayıpları örtendir. Hatta belki de en sevdiği varlıklara bile bir âciz kulunun hatalarını gizleyebilir. Bunda kul için görülen amaç, istikametin devam etmesi ve dargınlıklara sebebiyet verilmemesidir. Kul boş yere bir dargınlık ile iradenin tecellilerinin farkında olmayarak zamanının çoğunu kendini ayıplayarak geçirebilir. Bu, istenen bir durum değildir. Dördüncüsü son derece cömertliktir. Bir yerden cömert biri geçtiğinde, oradan böyle birinin geçtiği anlaşılır. İz bırakır. İnsanlar bunun hakkında konuşur. Cenâb-ı Hakkın bazen tasarrufu böyle olur: Kulun davranışları üzerindeki tasarrufu iz bırakacak şekilde kalır ve başkalarının zihinlerinde bu nimetin mahiyetini değerlendirme imkânı açığa çıkar. Böylece ilâhî irade, deyim yerindeyse, bir taşla iki kuş vurmuş olur, biri eğitilir iken diğeri bundan hâlî kalmaz.

Hz. Muhammed’in (s.a.v.) öğretim metodu da bir şeyi dil ile ifade ederken, başka bir şeyi insanların alışkanlıklarına yerleştirmek olmuştur; bu meyanda Peygamber, Allah’ın ahlâkı ile ahlaklanmıştır. Beşinci tarz, fazl ve adalettir. Hakîm olan Yaratıcı, kulları ve yaptıklarını, hikmeti ve meşiyyeti müktezasınca yaratmaktadır. Eğer ortada bir güzel sonuç varsa, bu Hakkın ihsan ve fazlının sonucudur. Eğer kullardan kaynaklı çirkin bir sonuç görülürse de bu Onun hikmeti ve adeleti gereğidir. Çünkü vahyin de açık bir şekilde belirttiği gibi, Cenâb-ı Hak zerre kadar zulmetmez, iyiliklere de üstüne katlayarak karşılık verir. Kul, fazl ve adalet arasında bir yaşam sürmektedir böylece. Kendisinde kötü muameleden şikâyet edeceği bir mazerete sahip değildir. Kendisine kötülüğün isabet ettiğini düşünenler, dünyanın tek tarafını gördükleri için doğru bir gerçeklik algısına sahip değillerdir.

Tanrı’nın altıncı tür hükmü, inayet ve şefkattir. Tanrı, insanları kendileri kazançta olsunlar diye yaratmıştır; yoksa Tanrı onlardan bir menfaat elde etsin diye değil. Böyle bir durumda kulları hüsrana uğratmak onun şânından değildir. Yedincisi, rahmet ve muhabbetle hükmetmektir. Bazı kullar da buna muhatap olurlar. Cenâb-ı Hak, bilinmeyi istediğini/sevdiğini kutsî hadislerle aktarılan ilahî sözlerinin içeriğinde bildirmiştir. Diğer taraftan, “O onları sever, onlar da Onu severler” ayetinde görüldüğü gibi, karşılıklı bir sevginin olduğu en üst ontolojik platform kul ve Yaratıcı arasındadır. Tanrı kullarına, kullarının duygu dünyasında hoşlarına giden özellikleri kuşanarak yaklaşmalarına müsaade etmiştir. Bu onun yüceliğininin bir tezahürüdür. Belki de yine mümin kullarına Cennet’te görülmeye müsaade etmesi, insan algısına yönelik verdiği değerin bir tezahürü olarak görülebilir. İnsanı en tatmin eden algı, görmektir. Görme ile kavuşma hissi büyük ölçüde tamamlanır. Böyle bir tabiata karşılık verircesine rüyetullahın gerçekleşecek olması, rahmet ve muhabbet hükmünün gerçekleşmesi dolayısıyladır.

Sekizincisi, lütuf ve yücelik katmadır. Cenâb-ı Hak peşinen insanoğullarını (benî âdem) yücelttiğini bildirmiştir. Dokuzuncu hüküm, affetme ve cömertliktir (cûd). Affetme ismini (afv) bizzat kendi zâtına uygun görmüş ve affı sevdiğini de ayrıca belirtmiştir; ama hiç bir zaman cezalandırmanın ilahî iradenin “hoşlanacağı” bir durum olduğunu belirtmemiştir. Nihayet, Cenâb-ı Hakkın kullarına muamelede uygun gördüğü onuncu hüküm ise, kullarını sırlarının birer hazinesi yapmasıdır. Onların hallerini ve nasıl bir kadir-kıymete sahip olduklarını bilir. Sembolik bir anlatım ile dile getirildiği üzere, ilahî kudret insanın hamurunu kırk sabah “kendi elleriyle” yoğurmuş ve onu bütün sıfatlarının mazharı olacak bir ayna haline getirmiştir. Bu, şöyle anlaşılabilir:

İnsan, Tanrı’ya tüm isimlerine layık olacak şekilde ibadet etmekle mükelleftir. Rahmet ismine layık olacak şekilde yaratılanlara merhamet göstermeli, cemâl ismine layık olacak şekilde çevresine çeki düzen vermeli, adl ismine layık olacak şekilde hak sahibi olanları kollamalıdır. Tüm esmâ-i hüsnâ için bu geçerlidir. Böyle bir yaratım olmakla şereflenen insana, Hakkı tespih ve tazim yaraşır. Fe Tebârekellâhu ahsenü’l-hâlikîn.

(Yararlanılan kaynak: İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, Secde suresi tefsiri)

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here