Bilim kurgu filmlerini sever misiniz? Kendinizi bu tür filmlerin bulmacavâri örgülerini çözmeye kaptırdığınız olur mu? Filmdeki olayların ya da diyalogların arka planındaki felsefi mesajı anlama merakı sizleri de benim gibi ele geçiriyor mu? Rivayete göre Ludwig Wittgenstein, döneminde çekilen filmleri felsefi derinlik açısından yeterli bulmadığından, daha çok kovboy tarzı filmleri izlemeyi tercih edermiş ve sinemada en ön sırayı da kimseye kaptırmazmış. Wittgenstein’dan sonra izlemeye değer felsefi bir film çekilip çekilmediğine karar verebilecek durumda değilim; yine de bazılarının dikkate değer sahnelere sahip olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle Luc Besson tarafından 2014 yılında çekilen Lucy filminin birkaç sahnesine dikkatinizi çekmeyi arzu ediyorum.
Lucy filmi genel olarak beynimizin %100’ünü kullanmamız durumunda muhtemel sonuçlarının ne olacağı üzerine odaklanıyor. Filmde Lucy, kendi hâlinde özgür bir kadındır. Bir dönem sevgilisi olan bir torbacı ona zorla kuryelik yaptırmaktadır. Torbacı bir gün ondan son bir teslimat yapmasını ister. Elindeki çantayla teslimat yerine gelen Lucy, kendisini uyuşturucu baronunun elinde bulur. Kısa bir süre baygınlığın ardından uyandığında, karnında bir kesik olduğunu fark eder. Uyuşturucu kartelinin karnına yerleştirdiği poşetlerin içerisinde yüklü miktarda klinik deneyleri yapılmakta olan uyuşturucu konulmuştur. Kendisinden istenen, bunları teslimat adresine götürmesidir. Bunu reddeden Lucy şiddete maruz kalır ve vücudundaki poşetler patlar. Uyuşturucu madde kanına karıştıkça Lucy, kendinde bir takım değişiklikler hissetmeye başlar; normal bir insanın kapasitesini aşan bazı güçlere ve yeteneklere sahip olduğunu görür. Ses, görme ve hissetme duyuları, önceki hâlleri ile kıyaslanmayacak derecede çok gelişmiştir; okuduğu bir şeyi çok hızlı bir şekilde kavramaktadır, dahası olaylara dışarıdan müdahale edebilmektedir. Zaman geçtikçe ilacın etkisi daha da artar ve Lucy beyninin daha fazlasını kullanmaya başlar. Beyni %90 olunca, Lucy koltuğunda oturmuş olarak bir anda zaman yolculuğuna çıkar. Kendini bir anda Eyfel kulesinin önünde, okyanus kenarında ve daha sonra New York’da kalabalık bir meydanın önünde dururken bulur. Koltuğundayken önünden akıp giden insan ve araç trafiğini izler; bir anda iki elinin hareketiyle sanki bir ekranı dokunarak durdururmuşçasına bütün hareketli manzarayı dondurur. İnsanlar donar, araçlar hareketsiz kalır, akıp giden fotoğraflar hareket etmez olur. Akıllı bir telefonunun ekranını ileri geri oynatırken yaptığımız gibi, el hareketiyle bütün zamanı ileri geri oynatır. O andan itibaren koltuğuna sırtını dayamış olan Lucy’nin önünde bütün zaman ileri geri bir fotoğraf gibi akıp gider. Lucy, görüntüyü geriye doğru kaydırdıkça New York’un ilk zamanlarına kadar gider. Lucy, eski taş binaların arasından geçen at arabalarını görür. Biraz daha eskiye yani hiçbir yapının hatta şehrin olmadığı zamanlara gidince, Kızılderili atlıların gezindiği açık bir arazinin önünde durur. Kızılderili grup koltukta oturan modern kıyafetli bu kadını görür; şaşkınlıkla dikkatli bir şekilde birbirlerine bakarlar. Lucy, zaman ekranını, eliyle bir daha kaydırır geriye doğru. Bu sefer dinozorların yaşadığı zamana gelmiştir. Kocaman bir dinozorun onu ağzı ile kapmasına saliseler kala, Lucy bir anda geriye doğru bükülen bir kara deliğe düşmüşçesine yok olur ve karşısında ilk insanın atası olduğu iddia edilen Lucy’i görür. Lucy ile “ilk insan” parmak uçlarını uzatarak birbirlerine dokunurlar. Lucy sonunda beyninin %100’ünü kullanana kadar bu durum devam eder. Lucy’nin beyni %100 kapasiteye ulaşınca bedeni ortadan kaybolur ve bir çeşit tamamen bilgiden oluşan bir bilgisayara dönüşür. Onu takip eden polis kaybolduğunu görünce, oradaki bilim insanlarına dönüp “Nerede o?” diye sorar; cevap polisin cep telefonuna Lucy tarafından gönderilir: “Ben her yerdeyim”. Lucy artık zamansal ve mekânsal sınırlılıktan/endeksten sıyrılmıştır ve bir şekilde sonsuz olmuştur. O artık teolojik tabirle her yerdedir (omnipresence) ve her şeyi bilendir (omniscience).
Bu sahneler çoğu kimseye aşırı kurgu ve fantastik görülebilir; ‘Ne var bunda! Birçok bilim kurgu filmlerinde gördüğümüz sahnelerden birisi.’ diye düşünebilirsiniz. ‘Evet, seyretmesi güzel ama inanması zor!’; Filmde, benzer bir hissi dillendiren Profesör, insan sağduyusu ile örtüşmeyen bu durumla ilgili kaygılarını Lucy ile paylaşır: Profesör “Tüm bu bilgi Lucy! İnsanların buna hazır olduklarından bile şüpheliyim. Güç ve kazanç peşinde koşuyoruz. İnsana doğasını sunmak sadece kaos ve dengesizlik yaratır.” şeklinde ifade ederek şaşkınlığını ve endişesini dile getirir. Lucy ise –profesöre cevaben- bunun gerçekliğin ta kendisi olduğu söyler. Algıların gerçekliği her zaman yansıtmadığını hatta çoğu zaman birer yanılsama olduğunu savunur. Kendinden emin bir şekilde “Bilgi değil; cehalet kaos yaratır.” diye cevap verir. Lucy’ye göre varlığı tam olarak algılayamayışımız, kabullenilmesi gereken bir gerçektir. O hâlde algılarımızın ve sezgilerimizin yerini bilim almalı. Algı dünyası ile gerçeklik dünyası arasındaki kapatılamaz uçurumda, şansımızı bizi her daim yanıltan algılarımızdan ziyade bilimden yana denemeliyiz!
Zamanın kısıtlayıcı akışı dışına çıkmak ya da daha meşhur ifadesiyle ‘zamanda yolculuk’, bilim kurgu yapıtlarında sıkça işlenen bir temadır. Paul Nahin, Zaman Makineleri adlı kitabının büyük bir kısmını bilim kurgu edebiyatındaki mantıksal ve bilimsel hatalara ayırır. Nahin bilim kurgu edebiyatındaki hatalardan bahsederken ‘hataların’ bilimsel temelden yoksun olduğunu söylememektedir. Onun hata olarak bahsettiği şeyler ‘güncel bilim ve teknoloji’ ile uyumsuz olan hususlardan ibarettir. Yoksa Nahin, zamanda yolculuğun bilimsel olarak kaçınılmaz olduğunu sadece bunun günümüzde gerçekleşmesini sağlayacak teknolojik aparatlardan mahrum olduğumuzu söylüyor. Dolayısıyla ‘zamanda yolculuk’ta mantıksal ya da bilimsel bir çelişkiden ziyade fiziksel yetersizlikten bahsedilebilir. En azından günümüzdeki fizikçilerin birçoğunun temel itikadı budur.
Başka bir örnek size. Zamanı Özel Kılan Nedir kitabı ile Lakatos ödülünü kazanmış olan önde gelen bilim felsefecilerin Craig Callender da Nahin’le aynı görüşte. Onun da belirttiği gibi iki türlü zamandan anlayışı mevcuttur: Ezelicilik (eternalism) ve şimdicilik (presentism). Ezelicilik gelecek, şimdi ve geçmiş olarak bizim tarafımızdan dilimlere ayrılan zamanın aslında hepsinin eşit ve gerçek olarak var olduğunu iddia eden anlayıştır. Onun ifadesiyle;
Kipsiz [ezelici] zaman teorisi sağduyuya daha az uygun olmakla birlikte muhtemelen çoğu filozof ve bilimci tarafından tercih edilen bir teoridir. Bu teorinin ana fikri, oluş, dallanma ya da geçme gibi şeylerin olmadığı ve zamanı tıpkı uzayı temsil ettiğimiz gibi temsil etmenin bir mahzuru bulunmadığıdır. Nasıl ki New York, Londra ve Moskova’nın hepsi de mevcutsa ama aynı yerde mevcut değillerse, geçmiş, şimdiki zaman ve geleceğin de hepsi mevcuttur ama aynı zamanda değil.
Bu görüşe göre doğumunuz, bu cümleyi okumanız ve ölümünüz gibi olayların hepsi eşit derecede gerçek ve aynı düzeydedir.
Metinden ilk çıkarabileceğimiz sonuç, New York’tayken nasıl ki Moskova’yı göremediğimden onun var olmadığı sonucunu çıkarmıyorsam, aynı şekilde şu anda bu cümleleri yazıyorken ölüm olayımın da bir yerlerde var olmadığı sonucunu çıkarmamam gerektiğidir. Nasıl ki uzamsal olarak New York var iken Moskova da varsa, zamansal olarak da şu anda/şimdiki zamanda bu yazıları yazmamla gelecek zamandaki ölümüm de aynı şekilde vardır. Bu yargıyı teolojik dile dönüştürürsek, şu anda kasten haksız bir şekilde bir adamı öldürüyorsam, öte-dünyada şu anda bu eylemimin karşılığını bilfiil olarak gören bir Zikri de vardır. Callender’ın örneği fatalizmi, bu ifadelerin teolojiye bürünmüş hâli teolojik fatalizmi çağrıştırır. Mantıksal fatalizm ile teolojik fatalizm arasında bir ayrımın olup olmadığı konusunda değerlendirme daha fazla yeri hak ettiğinden burada değinmeyeceğim.
Ezelici teoriye göre benim doğumum da ölümümüm de eşit derecede gerçektir ve şu anda vardırlar. Onlara erişim sağlayamamam onların varlığı konusunda bir şüphe duymamı gerektirmez. Bunun aksine şimdicilik sadece ‘şimdi’nin gerçek olduğunu, geçmişin ve geleceğin gerçek olmadığını iddia eder. Buna göre ‘gelecek’, ‘şimdi’ olur ve ‘geçmiş’e doğru akıp gider. Normal sıradan sezgilerimizle de örtüştüğü için sezgisel zaman anlayışı dediğimiz bu düşünceye, Ortodoks bilim felsefesi içerisinde pek yer yok gibidir. Einstein’ın görelilik teorisi ezelicilik anlayışını destekler; dolayısıyla ezelicilik üstünlüğünü ilan ederken bilimle kendisinin yoldaş olduğunu, şimdiciliğin ise bilimsel destekten yoksun olduğunu, psikolojik yanılsamalara dayandığını iddia eder. Bir açıdan bakıldığında durum, Lucy’nin profesöre dediği gibidir. Yani bilim, genel kanılara dayalı geleneksel zamansal akış anlayışını destekleyen en ufak bir ipucu bile vermemektedir. Öyleyse, bu anlayış terk edilmelidir; onun yerine bize gerçekliği sağlayan, bilimin rehberliği ile uyumlu anlayışa inanmalıyız!
Bu hâkim anlayışa rağmen ezelici teori, bilim felsefesi içerisinde çok ciddi eleştirilere maruz kalmıştır. Bu görüş insanoğlunun doğuştan getirdiği temel sezgiler olan, zamanın akışı, özgür irade, nedensellik, kişisel kimlik gibi temel metafizik meselelerin en nihayetinde bir yanılsama veya temel bir gerçeklikten yoksun olduğu sonucuna varır. Bütün bu yanılsamaların da bir yanılsama olmadığı konusunda elimizde ne kanıt var? Veya yanılsamanın gerçek olduğu paradoksuna düşmekten hangi ezelicilik argümanı bizi nasıl kurtaracak? İlaveten Einstein fiziğinin şimdicilikle uyumlu olduğunu iddia eden birçok bilim felsefecisi de mevcuttur. Dolayısıyla ezeliciliğin kendine güveni anlaşılabilir olsa da zaman konusunu tamamen kotarabildiğini söylemek için henüz çok erken.
Buraya kadar anlattıklarım genel bir fotoğraf vermek adına idi. Asıl söylemek istediğim bu tür tartışmaların sadece bu döneme ait olmadığıdır. Geçmişte de buna benzer düşünceler var olagelmiştir. Bu nedenle zihinsel olarak yolumuzu daha iyi bulmak adına, Ortaçağdaki felsefecilerin bu düşüncelere karşı zihinsel farkındalığından faydalanmak kuşkusuz öğretici olacaktır. Dolayısıyla modern felsefenin bu aklı afallatan detaycılığı ve karmaşıklığı karşısında, onların yardımı ve kılavuzluğu göz ardı edilmemelidir.
Ebü’l-Muin en- Nesefî, Bahrü’l-Kelam adlı küçük ama hacimli kitabının “Allah Varlıkları Ne Zaman Yarattı?” başlığı altında yukarıda ifade etmeye çalıştığımız görüşlere benzer ifadelerde bulunur. Nesefî meseleye teolojik açıdan değinmekle beraber, aslında arka plandaki metafizik dünya görüşüne de itirazlar yöneltiyor. Zira ezelicilik görüşü teizm içerisinde de kendine yer bulmuş bir anlayış olduğundan, Nesefî bir anlamda teistik ezeliciliğe itiraz ediyor. Bu nedenle onun itirazlarının teistik olmayan ezelicilik için de geçerli olduğu söylenebilir. Diğer bir ifade ile Nesefî’nin Lucy’e birkaç kelamının olduğunu söylemek yanlış değil gibi. Nesefî’nin ilk önce meseleyi nasıl anladığını ifade etmek için metninden kısa bir alıntı yapalım:
Bazı batıl görüşlere göre Allah, her şeyi ezelde yaratmıştır. Daha sonra zaman süreci içerisinde yaratılanlar, bu ezelde yarattıklarının uzantılarıdır. Buna göre ağaçların dalları da, ağaçlarda yaratılmıştır. Ancak bu dallar gerçekte yaratılmış oldukları hâlde bizim göreceğimiz bir açıklıkta değildirler.
Bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi Nesefî yukarıda Callender’den vermiş olduğumuz örneğin bir benzerini veriyor. Nasıl ki New York’u biz göremesek de varsa, aynı şekilde ağacın göremediğimiz dalları da vardır. Bizim göremiyor oluşumuz onların varlığı açısından bir öneme sahip değildir. Kısa bir pasajdan büyük anlamlar çıkardığımı düşünüyorsanız alıntıya devam edelim:
Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’e göre, Allah Teâla kıyamete kadar varlık âlemine çıkacak her şeyi takdir etmiş, fakat onları takdir ettiği anda yaratmamıştır. Bunları takdir etme vaktinden sonra, zamanı geldikçe geçmişte an be an yaratmış ve gelecekte yaratacaktır.
Yine yanlış anlamıyorsam Nesefî düşüncesini devam ettirerek bütün varlığın bir kerede yaratılmış olmadığını, varlığın farklı gerçeklik ontolojisine sahip olduğunu iddia ediyor. Gelecek şimdi olduğunda yaratılıyor. Bunun Ehli Sünnet görüşünün sadece ezeli yaratma ile yetinmediğini aynı zamanda yoktan yaratma ve sürekli yaratmayı da gerekli görmesinden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Zira ezeliciliği savunan birisi bütün var oluşun bir kerede deyim yerinde ise Tanrı’nın önünde var olduğunu iddia eder ki bu da sonsuz/kadim bir âlemi gerektirir. Bu görüşü kabul etmenin Tanrı’nın zâtiliği ve özgürlüğü problemine yol açtığını söyleyelim ve başka bir mevzu olduğu için konuyu burada bırakalım. Nesefî, Peygamber (SAV) Efendimizden “Ölüyü diriltme, şerefli kılma, alçaltma onun işlerindendir.” hadisini zikrederek kendi görüşünü desteklemeye çalışır. Bu hadisin gerçekte onun görüşünü destekler mahiyette olduğu tartışmalı olsa da hadisi hangi manaya destek olması için kullandığını anlamaya çalışalım. Ona göre var olan varlıklar ,yine aynı anda değil aşamalı bir şekilde var olmuştur. İlk önce ölüyü diriltme, daha sonra şerefli kılma ve alçaltma gibi üç farklı ve birbirini takip eden durum söz konusudur. Dolayısıyla Nesefî, modern felsefinin kavramlarını kullanarak ifade edecek olursak, kendisini ezelicilikten ayrıştırıyor ve şimdiciliğe dümen kırıyor.
Bundan sonraki ifadeleri de yukarıda yaptığımız yorumları destekler mahiyette. Nesefî’ye göre Allah Teâla kıyamet gününü takdir etmesine rağmen, onu henüz yaratmamıştır. Ona göre eğer kıyameti yaratmış olsaydı, şu an bizim kıyameti yaşamamız gerekirdi. Diğer bir ifade ile, eğer bütün varlık ve zaman var olmuş olsa idi, bizlerin şimdiden cenneti veya cehennemi yaşaması kaçınılmaz olacaktır ki Nesefî bu muhtemel sonucu doğrudan reddediyor. Nesefî diğer bir ifadesinde,
“Nitekim Allah, kalemi yarattı ve ona “Kıyamet gününe kadar olacak şeyleri yaz.” dedi. Kalemde hayat olup olmadığı sorulacak olursa, “Onda hayat yoktur ve cansızdır ancak canlıları konuşturan Allah, onu da konuşturmuştur.” denilir.
Bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi Allah’ın kıyamete kadar olacak şeyleri yaz demesi, geleceğin Allah’ın bilgisinde olduğu konusunda bir şüphe olmadığı manasına gelir. Ancak bu ezeli bilginin bilinenin varlığını sonradan değil de ezelden beri gerektirip gerektirmediği sorulacak olursa, Nesefî’nin buna cevabı hayırdır. Bu yüzden Nesefî kalemde canlılık metaforunu kullanıyor gibi gözüküyor. Zira kalem canlı, yani bilgi konusunda kendi aktif ve kendi başına hareket edebilen bir canlı olsa, Allah’tan başka bilgide aktifliğe sahip olan varlık olmuş olacaktır. Dolayısıyla kalem otonom bir bilgi ve doğruluk alanına sahip olmuş olacaktır.
Bu anlamı ile Nesefî’nin kalemde hayat yoktur demesi, yine metafizikte temel bir mesele olan doğruluk (truth) kavramı ile ilgili gibi gözüküyor. En önde gelen doğruluk kavramına göre, doğru ile doğrulayıcı (truthmaker) arasında zorunlu bir örtüşme/karşılıklık (correspondence) ilişkisi vardır. Platon ve Aristo’dan itibaren bilgi haklılaştırılmış doğru inanç olarak tarif edilir. Buna göre bir inancın doğru olması demek, onun bir olguya (fact), olaya (event) veya duruma (state of affairs) karşılık gelmesi/dayalı olmasıdır. Burada doğruluğu sağlayan doğrulayıcılar, olgular, durumlar ve olaylar olmaktadır. Dolayısıyla doğru bilgi doğrulayıcıların varlığını gerektirmektedir. Örneğin, kanguruların Avusturalya’da yaşadığı doğru ise ‘Kangurular Avustralya’da yaşar”. cümlesi de buna müteakiben doğru olacaktır. Bu cümlenin doğruluğu, kanguruların Avustralya’da yaşadığı gerçeği ile örtüşmesiyle doğruluk değeri kazanır. Önemli ölçüde bir filozof grubu bu karşılıklılık ilişkisinin bağımsız önermelerin varlığını, bir çeşit önermeler alanını gerektireceğini öngörmüştür. Örneğin mantıksal atomculuğun önde gelen filozoflarından B. Russell, önermeleri doğru yapan türden şeyler olan olguların varlığını bir gerçeklik olarak kabul eder. David Armstrong, benzer nesnelerin varlığını kabul eder, ancak onlara ‘durumlar’ (state of affairs) adını verir. Bir durum, bir tümel ile birlikte bir tikel tarafından oluşturulan karmaşık bir nesnedir. Basitleştirilmiş bir örnek vermek gerekirse, filozof olmanın bir tümeli olduğunu varsayalım. Sokrates bu tümeli somutlaştırır ve dolayısıyla Sokrates ve tümelin varlığına ek olarak üçüncü bir şey daha vardır – buna “Sokrates’in filozof olması” diyebiliriz – bu diğer ikisinin bir tür kaynaşmasıdır. Dolayısıyla doğrudan bu yazının konusu olmadığından dolayı, sadece değinerek geçiştirebileceğimiz bir tür realizmi kabul etmiş olmaktadırlar.
Ne tür bir sıkıntısı olabilir böyle bir düşünce diye sorulacak olursa, Nesefî’nin burada kaleme bu şekilde kendi başına bir canlılık/varlık atfetmemesi, Tanrı’nın kudreti ve iradesinden bağımsız bir ontolojik alan tesis etmenin önüne geçmek amacına yöneliktir. Zira Tanrı’nın kudreti ve iradesinden bağımsız bir önermeler alanın var olması, bu önermelerin kendi başına ezeli bir şekilde var olduğunu ima edeceğinden, Tanrı’nın yaratıcı kudretini sınırlayacaktır. Diğer bir ifade ile Nesefî’nin kendini ayrıştıracağı ezoterik/batıni düşünceye yol açmış olacaktır. Bu düşünceye birkaç cümleden yola çıkarak aşırı yorumlar yaptığım şeklinde bir itiraz yöneltilebilir. Nesefî’nin zihninde bu tür şeylerin var olmadığı da söylenebilir. Ancak metnin bütününden anladığım kadarıyla, Nesefî’nin doğruluk teorilerinden Platoncu anlamda realist olmayan bir doğruluk teorisi kabul ettiği görüşünün önemli bir alternatif olduğu konusunda ısrarcı olacağım.
Özetle, Lucy’nin heyecan verici sahneleri, aslında düşünce tarihinde çok da yabancısı olmadığımız bir takım görüşleri temsil ediyor. Bu görüşlerin Ortaçağ düşüncesine de bir şekilde nüfuz ettiği açık. Nesefî günümüzde yaşasaydı, muhtemel filmi izlerdi; ama salondan çıkarken Wittgenstein gibi olmamış yine diyerek kafasını iki yana sallar ve memnuniyetsizliğini belli ederdi, diye düşünüyorum. Dudaklarından “Yanlış metafizik ve dünya görüşü bu.” cümlesini fısıldarken paylaştığı kaygıların hâlâ geçerliliğini koruduğunu söylemek yanlış değil. Felsefe tarihinde eski düşünceler yeni şekillerde devamlı olarak ortaya çıkar; bu yüzden teolojik bir ezoterizm kadar çağımızın çok fazla heveskâr olduğu seküler/natüralist bir ezoterizmin de sakıncalı olduğunu aklımızdan çıkarmamız gerekir.
Kaynakça
Craig Callender, Zaman, çev. Kutlukhan Kutlu, NTV, İstanbul, 2014.
Ebü’l-Muin en- Nesefî, Maturidi Akaidi, Bahrü’l-Kelam, ter. Ramazan Biçer. Gelenek Yayınları, İstanbul, 2010.