Mutlak anlamıyla felsefe, insanın gücü nispetinde eşyanın hakikatine ulaşma çabasını ifade eder. Bu çabanın belli bir filozof, ekol veya sistemde somutlaşmış hâline ise mukayyet anlamıyla felsefe denir. İnsanın gücü nispetinde eşyanın hakikatine ulaşabilmesi için felsefe yapması gerekir. Felsefe yapabilmek için de akıl yürütmek yani gerçekten de aklın yürümesi gerekir.
Felsefenin neliğine yönelik apriori sorgulamamızın devam edebilmesi için bu noktada karşımıza çıkan iki soruya cevap vermemiz gerekir. Felsefe yapmak için aklın yürümesi gerektiğinden; öncelikle aklın neden yürümek zorunda kaldığını ve ikinci olarak da aklın nerede yürüyeceği sorularına makul birer cevap vermemiz gerekiyor. Birinci soruyu ele aldığımızda şunu görüyoruz: Adına tefekkür dediğimiz aklın yürümesinin amacı bir bilinmeyeni bilinene dönüştürmektir. Yani aklın yürümesinin amacı bilgiye ulaşmaktır. Bilgi tefekkür sürecinin ürünüdür. Bilgi bir bilinene dair olduğundan, aklın neden yürümek zorunda kaldığını anlayabilmek için, aklın bilmek istediği bu şeyin nerede bulunduğuna bakmak gerekiyor. Bu açıdan meseleye baktığımızda bilinmek istenen nesnenin aklın dışında yer aldığını görüyoruz. Yani akıl ile bilmek istediği obje arasında ontolojik bir mesafe veya boşluk bulunmaktadır. İşte akıl bu ontolojik boşluğu epistemolojik olarak doldurabilmek için yürümek zorunda kalmakta ve bizler aklın bu yürümesine tefekkür veya düşünme faaliyeti demekteyiz.
Aklın neden yürümek zorunda kaldığını gördüğümüze göre şimdi aklın nerede yürüyeceği sorusuna geçebiliriz. Felsefe yapabilmek için aklın yürümesi zorunlu olduğundan, aklın yürümesi ile felsefe yapmak arasında bir, birbirini gerektirme ilişkisi olduğunu söyleyebiliriz. Yani bunlardan birisi diğerini gerektirmektedir. Biri varsa öteki de vardır ve birisi yoksa öteki de yoktur. Dolayısıyla akıl nerede yürüyecek diye sormak esasında felsefe yapmayı mümkün kılan şey nedir diye sormak ile aynı şeydir? Veya geçmişte ne oldu da bugün bizim adına felsefe dediğimiz beşerî etkinlik mümkün hâle geldi diye sormakla akıl nerede yürüyor diye sormak aynı şeydir?
Felsefe en genel anlamıyla filozofun yaptığı etkinlik olduğuna göre bu soruya cevap verebilmek için bir filozofun gerçekte ne yaptığını bilmek gerekiyor. Ve felsefe tarihinde bilinen ilk filozof Thales olduğuna göre, bu sorunun cevabını ona sormak ve ondan felsefe yapmayı mümkün kılan şeyin ne olduğunu öğrenmek gerekiyor. Thales ile bir diyalog için M.Ö. altıncı yüzyıla gitmek gerekiyor. M.Ö. altıncı yüzyıl ikinci eksen çağı içerisinde bulunuyor ve oldukça da ilginç bir zaman dilimine tekabül ediyor. Bu yüzyıla baktığımızda günümüzde hala geçerliliğini koruyan büyük dini, felsefi, ahlaki ve irfani geleneklerin kurucularıyla karşılaşıyoruz. Bu dönemde Çin’de Laotse ve Konfüçyüs bulunurken, İran’da Zerdüşt bulunmaktadır. Hindistan’da Budha, Mısır’da Hermes ve Yunanistan’da ise Thales’in yaşadığını görmekteyiz. Bütün bu gelenek kurucu isimlerin yaklaşık olarak aynı yüzyılda yaşamış olması oldukça ilginçtir. Bu da günümüz dünyasını anlamak için M. Ö. Altıncı yüzyılın oldukça önemli olduğunu göstermektedir.
Bütün bu isimlere hikmet veya bilgeliği seven anlamında filozof denebilse de esasında kavramsal açıdan sadece Thales’e filozof denmektedir. İşte bu yüzden bizim Thales ile diğer isimler arasında gerçekte nasıl bir fark bulunduğunu görmemiz gerekiyor. Zira günümüzde felsefe denilen beşerî etkinlik, Thales’in yapılmasını mümkün hale getirdiği şeyden başkası değildir.
Peki, ama bu açıdan Thales’te yeni olan nedir? Veya onun yapıp diğer isimlerin yapmadığı şey nedir?
Bu açıdan Thales’e baktığımızda insanlık tarihinde ilk defa onun (bildiğimiz kadarıyla) bizim duyularla idrak ettiğimiz bu kesret âleminin (doğa, evren) arkasında ona kaynaklık etmesi gereken bir birlik/vahdet bulunduğunu iddia ettiğini görüyoruz. Ona göre bu kesret âleminde bulunan her şey, bu birlikten gelmekte ve ölünce yine ona dönmektedir. Yani bu birlik veya vahdet her ne ise, kesret âlemi açısından hem mebde hem de mead görevi görmektedir. Kesret âlemiyle vahdet âlemi arasında bulunan bu ilişkiyi teşbih makamında deniz ile dalgalar arasında bulunan ilişkiye benzetebiliriz. Buna göre farklı şekil, hacim, büyüklük ve boyutlardan oluşan dalgalar sudan meydana gelmekte ve yine suya geri dönmektedirler. İşte Thales bu bakış açısından hareketle “Her şeyin aslı sudur” iddiasında bulunmuştur.
İşte tarihteki ilk filozof olan Thales’ten günümüze kalan tek şey bu “her şeyin aslı sudur” cümlesidir. Dolayısıyla felsefenin ne olduğu ve nasıl mümkün hale geldiğine dair sorularımızın cevabını bu cümleden elde etmemiz gerekiyor. Şimdilik aslında bir iddia olan bu cümlenin düşünce tarihinin en önemli cümlesi olduğunu söyleyelim. Zira bugün adına felsefe dediğimiz şeyin yapılmasını mümkün hale getiren şey bu cümlede yatmaktadır. Peki, ama günümüzde yanlışlığı nerdeyse apaçık olan bu cümle neden bu kadar önemlidir? Bu cümlenin taşıdığı felsefi değeri görebilmek için onu felsefi olarak analiz etmemiz ve Thales’in böyle bir iddiada bulunabilmek için neleri varsaymış olduğunu ortaya koymamız gerekir.
“Her şeyin aslı sudur.” cümlesinin felsefi analizi!
Öncelikle bu cümlenin bir haber cümlesi yani bir önerme olduğunu dolayısıyla da bir iddia olduğunu söyleyelim. Bu iddia her şey, asıl ve su kavramlarının birbirine nispet edilmesinden oluşmaktadır. Tasavvur tasdiki öncelediğinden iddianın ne anlama geldiğini görebilmek için önce iddianın unsurlarını açıklamamız gerekmektedir: Thales her şey derken bugün adına doğa veya evren dediğimiz yani varlıklarından duyularımız aracılığıyla haberdar olduğumuz gerçeklik âlemini kast etmektedir. Thales’in asıl derken en azından doğada bulunan şeylerin kendisinden meydana geldiği ve yine kendisine döndüğü şeyi kast ettiği açıktır. Dolayısıyla onun asıl ile öncelikle “Arkhe” denilen maddi illeti kast ettiği söylenebilir. Bu anlamıyla asıl Thales açısından doğada bulunan her şey açısından mebde ve mead işlevi görmektedir. Yani her şeyin kendisinden geldiği ve yine kendisine döneceği temel gerçeklik. Su ile kast edilen ise arkhedir yani temel gerçeklik. Buna göre Thales’in iddiası, doğada bulunan her şeyin sudan meydana geldiği ve öldüğünde yine suya döndüğüdür.
Asıl veya ilkeden tafsili olarak ne kast edildiğini ise Aristoteles ile birlikte görüyoruz. Aristoteles asıl veya ilke derken dört illetin kast edildiğini söylemektedir. Bunlar: Maddi illet, suri illet, gai illet ve fail illettir. Elbette bu anlamlardan hangisinin Thales’in zihninde bulunduğunu tam olarak bilmiyoruz. Ancak felsefenin asıl olarak doğa felsefesi olarak anlaşıldığı bu dönemde öncelikli olarak Arkhe meselesinin ele alındığını biliyoruz. Arkhe de daha sonra Aristoteles’in adlandırmasıyla maddi illete tekabül etmektedir. Yani doğadaki şeylerin kendisinden meydana geldiği temel unsur.
Bu açıklamadan sonra şimdi “Her şeyin aslı sudur.” cümlesini felsefi açıdan analiz etmeye geçebiliriz:
- Bu cümle ile ilgili bilinmesi gereken ilk şey; burada aslında iki iddianın bulunduğudur. Thales’in asıl iddiası; her şeyin bir aslının bulunduğudur. İkinci adımda ise bu iddiasını somutlaştırmakta ve bu aslın su olduğunu söylemektedir. Günümüzde Thales’in ikinci iddiasının yanlış olduğunu söyleyebilsek de onun ilk iddiası yani her şeyin bir aslının olması gerektiği, hala bütün felsefi geçerliliğini korumaktadır. Burada asıl önemli olan Thales’in neden böyle bir iddiada bulunduğudur. Yani neden her şeyin bir aslı olmak zorunda olsun ki? Diğer bir ifadeyle Thales kendisini içinde bulduğu gerçeklik âlemindeki neyi fark etti de böyle bir iddiada bulunmak zorunda kaldı. Her şeyin bir aslının olduğunu iddia etmek esasında şeylerin kendi varlıklarını açıklayamayacaklarını söylemek anlamına gelir. Eğer şeyler kendi varlıklarını açıklayamıyorlarsa işte o zaman onların varlığının kendileri dışında bir şeye istinat edilerek açıklanması gerekir ki Thales’in tam olarak söylemek istediği şey budur. Yani adına doğa denen var olanlar kendi varlıklarını açıklayamadıkları için onların bir asla ihtiyacı olmaktadır. Peki, ama Thales doğadaki şeylerin kendi varlıklarını açıklayamadıkları sonucuna nasıl varmıştır? Bunun sebebi doğada bulunan her şeyin sürekli değişiyor olmasıdır. İşte Thales’i böylesine önemli bir felsefi iddiada bulunmak zorunda bırakan şey değişim olgusunu fark etmiş olmasıdır. Değişen bir şey kendi varlığını açıklayamaz ve bu yüzden de varlığının kendisi dışındaki bir şey tarafından açıklanması gerekir ki Thales işte bu şeyin asıl olduğunu söylemek istemektedir.
- Her şeyin aslı sudur, cümlesi bir önerme olduğundan onun ne tür bir önerme olduğunu görmek gerekiyor. Bir önerme ya tecrübi bir önermedir ya da akli bir önermedir. Bir önerme eğer tecrübe yani duyular aracılığıyla doğrulanıp yanlışlanıyorsa mezkûr önermenin tecrübi bir önerme olduğu söylenir. Buna karşılık eğer bir önerme akıl yoluyla doğrulanıp yanlışlanıyorsa buna akli önerme denir. Bu ayrım üzerinden “her şeyin aslı sudur” önermesinin tecrübi değil akli bir önerme olduğunu görüyoruz. Zira böyle bir cümle ancak akıl yoluyla doğrulanıp yanlışlanabilir.
- Peki, bu cümlenin misdaki nedir? Yani bu cümle neyden haber vermektedir? Bu açıdan bu cümleye baktığımızda bu cümlenin görünüşler âleminden değil, görünüşler âleminin arkasında bulunup ona kaynaklık eden gerçeklik âleminden haber verdiğini görmekteyiz. Dolayısıyla Thales’in “her şeyin aslı sudur” diyebilmesi için varlık âlemini; görünüşler âlemi ile gerçeklik âlemi diye birbirinden ayırması gerekmektedir. Buna göre varlık âlemi sadece duyular tarafından idrak edilen görünüşler âleminden ibaret değildir. Varlık âleminde akıl tarafından idrak edilen ve görünüşler âlemine kaynaklık eden gerçeklik âlemi de bulunmaktadır.
- Son olarak Thales’in böyle bir iddiada bulunabilmesi için duyular ile aklı birbirinden ayırması gerekmiştir. Çünkü eğer insanın bilme yetileri duyulardan ibaret olmuş olsaydı bu durumda varlık âlemi sadece görünüşler âleminden ibaret olacaktı. Ancak Thales, görünüşler âlemine ek olarak bir de gerçeklik âlemi bulunduğunu iddia ettiğine göre, demek ki varlık âlemiyle duyular dışında bir bilme yetisiyle ilişki kurmuş olmalıdır ki felsefede bu yetiye bizler akıl diyoruz. Kısaca Thales duyular-akıl ayrımı yapmadan böyle bir iddiada bulunamaz.
İşte “Her şeyin aslı sudur.” cümlesi bu dört varsayıma dayandığı için bu kadar önemlidir ve bu temel varsayımlar üzerinden günümüzde felsefe denilen şeyin yapılmasını mümkün hale getirmiştir.
Şimdi Thales ile birlikte felsefe yapmanın nasıl mümkün hale gediğini rahatlıkla görebiliyoruz. Mezkûr cümlenin analizinden felsefe yapmayı Thales tarafından yapılan iki temel ayrımın mümkün hale getirdiğini söyleyebiliriz. Bunlar ontolojik bir ayrım olan görünüş-gerçeklik ayrımı ile epistemolojik bir ayrım olan duyular-akıl ayrımıdır. Şimdi bu ayrım üzerinden felsefe yapmanın nasıl mümkün hale geldiğini görelim.
Daha önce felsefe yapabilmek için aklın yürümesi gerektiğini söylemiştik. Şimdi Thales bize aklın nerede yürüyeceğini söylemektedir. Akıl görünüşler ile gerçeklik âlemi arasında yürüyecek ve bu boşluğu epistemolojik olarak doldurmaya çalışacaktır. Artık felsefenin apriori olarak neye tekabül ettiğini de görüyoruz. Buna göre felsefe; varlıkla akıl üzerinden kurulan ilişkinin adıdır. Felsefi bilgi ise varlığın akıl tarafından idrak edilen makul veçhesine dair bilgidir.
Birisi ontolojik diğeri epistemolojik olan bu iki temel ayrım üzerinden her türlü felsefe yapmayı mümkün kılan apriori şartların neler olduğunu da ortaya koyabiliriz. Buna göre felsefe yapabilmek için öncelikle “Temel gerçeklik nedir?” sorusuna cevap verilmesi gerekir. Biz felsefe tarihi boyunca “Temel gerçeklik nedir?” sorusuna verilen cevaplara “Mutlak Tasavvuru” diyoruz. Dolayısıyla felsefe yapabilmek için öncelikle belli bir mutlak tasavvuruna ihtiyaç bulunmaktadır.
“Temel gerçeklik nedir?” sorusuna cevap verildikten sonra ikinci adımda temel gerçeklik ile görünüşler âlemi arasında nasıl bir ilişki bulunduğunun açıklanması gerekir. Burada temel gerçekliğin görünüşler âlemini nasıl meydana getirdiği sorusuna cevap vermeye çalışıyoruz. Biz buna mutlak-mukayyet ilişkisi diyor ve onu teolojik ilişki olarak adlandırıyoruz. Teolojik ilişki açıklandıktan sonra ise evrenin iç işleyişinin nasıl olduğunun açıklanması gerekmektedir. Yani temel gerçeklik dışındaki var olanlar arasındaki ilişkinin nasıllığı. Buna da mukayyet-mukayyet ilişkisi diyor ve onu ontolojik ilişki olarak adlandırıyoruz. Son olarak da insan ile varlık âlemi arasında bulunan epistemolojik ilişkinin açıklanması gerekmektedir. İşte bu dört şart veya unsur her türlü felsefe yapmanın apriori şartlarını oluşturmaktadır.
Kısaca felsefe yapacaksak: Öncelikle “Temel gerçeklik nedir?” sorusunun cevabını oluşturan belli bir mutlak tasavvuruna ve bu mutlak tasavvurunun kaynaklık ettiği üç ilişki tarzının nasıl olduğuna karar vermemiz gerekiyor. Bunlar: Mutlak-mukayyet ilişkisi olan teolojik ilişki, mukayyet-mukayyet ilişkisi olan ontolojik ilişki ve insan-mukayyet ilişkisi olan epistemolojik ilişkidir. Bu dört şarttan en önemlisi “Temel gerçeklik nedir?” sorusuna verdiğimiz cevabı oluşturan mutlak tasavvurumuzdur. Zira diğer üç ilişkinin içeriğini ne şekilde dolduracağımızı belirleyen, sahip olduğumuz mutlak tasavvurudur. Dolayısıyla her türlü felsefe yapmanın temelinde belli bir mutlak tasavvuru ile onun kaynaklık ettiği mezkûr üç ilişki bulunmaktadır: Teolojik ilişki, ontolojik ilişki ve epistemolojik ilişki!