Şöyle gökyüzüne baktı, doğu kurşuniye, batı kızıllığa bürünmeye başlamıştı. Ufka meyleden güneş kıpkızıl bir hâl almış ama ışıklarının etkisi de bir o kadar zayıflamıştı, çıplak gözle bakılabilecek kıvama gelmişti. Ağaçların yeşilliği kararmaya yük tutmuş, hareketler yavaşlamış, akşamın sakinliği sokakları kaplamıştı. Havanın serinlemeye başlaması dışarısını biraz daha cazip hâle getirmişti. Herkesler bir yere oturup güneşin batışıyla gelen bu tatlı yaz akşamının tadını çıkarma niyetindeydi.
Böyle gözlemlerken etrafı, birden midesinde bir eziklik hissetti. Hemen oracıkta bir simitçi gördü. Tek başına lokantada yemek yemek âdeti değildi. Ya ailesiyle ya da dostlarıyla gidilecek ve bir nevi muhabbet edilecek yerlerdi oralar. Tek başına yemek tutkusu da takıntısı da olmadı. Böyle şeyleri düşünecek zaman da. Simidini aldı, yakındaki bir çay bahçesine yöneldi. Bahçenin bir köşesinde bir masa bulursa hem midesinin ezikliğini giderecek hem de dinlenecekti. Bunları düşünerek bahçeye yöneldi. Düşündü de hiç boş masa kalmamıştı. Yaz akşamının bu tatlı esintisine kapılan herkes bahçeye üşüşmüş ve her biri bir masayı tutmuştu. Tek kişinin oturduğu bir masa gördü, başka seçeneği yoktu, gitti selam verdi ve karşısına oturdu. Cana yakın bir yüz ifadesi vardı oturan kişinin, gelmesinden rahatsızlık duymamış hatta başıyla selamını almış ve “merhaba” demişti. Karşılıklı oturup sessizce çaylarını yudumladılar. O sırada bahçede bir şarkı başladı. İçten ve duygu yüklü. İnsanı alıp götüren türden. Söyleyen de güzel söylüyordu, bestenin de güftenin de hakkını veriyordu.
“Batan gün kana benziyor
Yaralı cana benziyor
Bir gül için ah ediyor
Şu bülbül bana benziyor…”
İkisinin de elinden çay bardağı âdeta düştü. Gözlerini batan güneşin arkasında bıraktığı ufuktaki kızıllığa diktiler, öylece kalakaldılar. Artık içlerinde ne sevda fırtınaları esiyor, ne hüzünlü sahneler gözlerinin önünden geçiyor, hangi deli çağlayanlarda sürükleniyorlar… bir kendileri bir de Allah biliyordu. Şarkı bitti, etraf sessizleşti, gözler ufuktan indi, bakışlar birbirine mıhlandı. Bir süre bakıştılar birbirlerine öylece. O anda fark ettiler gözlerinin yaşardığını, yanaklarından aşağı gözyaşlarının süzüldüğünü.
Kendini toparladı, yutkundu, zor da olsa ağzından bir cümlelik ses çıkarabildi.
-Hayrola kardeş! Senin de mi bir derdin var?
-Dertsiz baş, yarasız gönül, bitmeyen ömür olur mu? Anlaşılıyor ki senin de bir derdin var. Aldı götürdü bu sözler beni de seni de. Ben Suriye’de kendi hâlinde ama hâli vakti yerinde biriydim. Güzel bir ailem, sevgili eşim, sevimli mi sevimli iki çocuğum vardı. Ne olduysa oldu, bir anda her tarafı bir fitne ateşi sardı. Şarkı da geçiyor ya, “Gece kapladı her yeri/ Keder sardı dereleri” tam da öyle oldu. Kimse kimseyi görmüyor, herkes adeta kendi etrafında dönüyordu. Anlayacağın herkes başı derdine düşmüş ve birbirine yabancılaşmıştı sanki. Ne huzur kalmıştı ve ne yaşama sevinci. Bırakın bir gün sonrasını bir dakika sonrasını bile hesap edemez olmuştuk. İşte böyle hesapsız yaşanılan günlerin birinde bir bomba düştü, barınacak ev de gitti. Hayatta ve ayakta kaldığımıza sevindik. Aldık bulabildiğimiz bir iki eşyayı, düştük yollara. Eh, Halep’e en yakın yer Türkiye. Dilini de, örfünü de, âdetini de biliyoruz. Netice biz de Osmanlı bakiyesiyiz. Daha da önemlisi aynı dine mensubuz ve aynı Allah’a yalvarıyoruz. Geldik buralara zor da olsa, bir düzen kurduk. Ama Halep hiç aklımdan çıkmıyor. Akrabalarım, dostlarım, komşularım, toprağım, baba ocağım, ana kucağım…
-O acıyı ben bilirim be kardeş. Benzerini ben de yaşadım. Fitne ateşini de, insanların birbirlerine nasıl yabancılaştıklarını da iyi bilirim. Fitne önce insanın kalbinde başlar, içini sarar, sonra amansız bir volkan patlaması gibi dışa vurur, her yanı kaplar, önüne geleni yakar, kendine benzetir. Sizler aynı dine inanan, aynı mescide giden ve aynı seccadeye baş koyan müminlerdiniz. Bizlerse Sırp’ı ve Harvat’ıyla sadece aynı mekânı paylaşan insanlardık. Aslında mutluyduk, birbirimize öte git demişliğimiz olmamıştı, komşuluk ilişkilerimiz de çok iyiydi. Dinleri ve inançları ayrı olsa da, herkes birbirine saygılıydı. Ne olduysa oldu, bir fitne ateşi yandı, bir zehirli duman etrafı kapladı. Ondandır benim de hüzünlenmem bu şarkıdan. İçimde bir sızı, Saray Bosna sevdası. Bu sevda beni tekrar oraya çekti. Yeni bir düzen kurdum. Bir daha ayrılmama kararındaydım. Ne zaman ki bir Sırp liderin eski alışkanlığı depreşti. Ordu kuracakmış, savaş olacakmış. Benim de ailemin de huzuru kaçtı. Aldım çocukları geldim tekrar buralara. Şimdi burada üçüncü bir düzen kurmaya çalışıyoruz. Fakat içimdeki o Bosna sevdası hiç çıkmıyor. Korkarım ki, bu sevda beni alıp götürecek tekrar. Ora benim vatanım, onun için mücadele etmeliyim, savaşmalıyım.
-Güzel dersin be kardeş. Benim de içimde sevdadır Halep. Döneyim de, kiminle savaşayım? Öyle bir parçalandık ki, her parça benim bir parçam. Hangi parçama karşı mücadele vereyim, hangisiyle savaşayım?
-Sen de haklısın bizim düşmanımız belli. Ama mesele düşman değil, asıl mesele şu insanın içindeki fitne ateşini söndürmek. Aslında insanlar dinleri ve dilleri ayrı da olsa, bir arada yaşamayı becerebilirler. Yeter ki hiç kimsenin içinde bir fitne ateşi yanmasın, huzurun içine bir volkan patlamasın, bir çığ düşmesin ocağımıza, bucağımıza… Öyleyle tek tek insanlara karşı değil, şu fitne ateşine karşı mücadele vermeliyiz. Biliyorum, dünya döndüğü sürece bunu tam olarak söndüremeyeceğiz. Rahmet Peygamberi bile Medine’de tüm samimiyetiyle ve gayretiyle bunun denemesini yaptı, ama olmadı. Yahudilerin içlerindeki fitne ateşi hıyanete büründü, hain şeklinde göründü. Müşriklerle gizlice anlaştılar ve sözleştikleri Müslümanları arkalarından vurdular. İşte böyle, iyi niyetle başlayan bir arada yaşama sözleşmesi, hıyanet kıvılcımıyla yakılan fitne ateşinde yandı kül oldu.
Tam o sırada elinde bir sandalyeyle geldi birisi yanlarına, selam verdi ve masanın bir kenarına ilişti. Yüzünde gülümseme vardı ama gözünün içinde acı ve kederle karışık kahır ifadesi. “Bu da bizden” diye geçerdi her ikisi aynı anda içlerinden.
-Al sana bir dertli daha, dedi işitilecek bir sesle.
-Evet, tam dediğin gibi kardeş. Ben de bir dertliyim. O şarkı beni de aldı götürdü. Sonra sizin konuşmalarınıza istemeden kulak misafiri etti. Ben de sizden biriyim. Uzak değil, hemen yakından Kırcaali’den. Yüz elli yıllık hikâyenin son paragrafıydık biz. Zulüm ve fitnenin kol gezdiği seksenli-doksanlı yıllar. İyi bir kafaya sahiptim ve başarılı geçen bir eğitim sürecim olmuştu. Bulgar hocaların dahi dikkatlerini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştım. Beni yükseköğrenim için İngiltere’ye göndermeye karar vermişlerdi. Her türlü imkânı vereceklerdi. İyi bir geleceğim, başarılı bir kariyerim olacaktı. Tek şartları vardı: İsmimi değiştirmek. Anlayacağınız, Müslüman ismini bırakıp Bulgar ismini almam şart koşuluyordu. Hiç düşünmedim ve kararımı verdim, “Asla bunu yapmam” dedim. “Bütün dünyayı ayaklarımın altına serseniz bile…” İşte böyle kapattım Bulgaristan defterini. Aaah! İçimde tütüyor oralar, Kırcaali’deki çiçekler, böcekler ağaçlar ve dağlar… Aldı götürdü bu şakı beni, hatırlattı eski günleri, yaşadığımız yerleri… Doksanların başıydı, kalktık geldik buralara, bir düzen kurduk. Hani derler ya, “gülüyorum, oynuyorum ama eski sevgilim aklımdan hiç çıkmıyor.”
-Hepimiz öyleyiz be dostum. Şu bülbül şu gül olmasaydı, dertlilerimizi kim anlatır, kim bize hatırlatırdı? İnsan zor ve kederli zamanlarını işte böyle kendi dışındaki varlıklarla anlatıyor. Herkes dertli, kim kime ne anlatsın ki? Bu yüzden gülle bülbülle söyleşmeyi seçiyor insanoğlu.
-Belki onda buluyor kendini. Bir daldaki gülün, uçan bülbülün ne derdi olur diye düşünüyor. Bakıyor ki onlar kendinden de dertli. Oturuyor onlarla dertleşiyor. Bakın içimizden biri, Bursa’nın düşman çizmeleriyle çiğnendiği zamanlarda, nasıl söyleşiyor kalbindeki bülbülle, hem kederli hem kahırlı:
“Eşin var, âşiyânın var, bahârın var ki beklerdin.
Kıyametler koparmak neydi, ey bülbül nedir derdin?
O zümrüt tahta kondun bir semâvî saltanat kurdun.
Cihanın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun.
…
Neden öyleyse matemlerle eyyâmın perişândır?
Niçin bir katrecik göğsünde bir umman hurûşandır?
Hayır matem senin hakkın değil… Matem benim hakkım:
Asırlardır var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım!
Teselliden nasibim yok, hazân ağlar baharımda;
Bugün bir hânumansız serserîyim öz diyarımda.”
-Ne güzel ifade etmiş şair. Düşman girmeye görsün yurduna, ocağına, bucağına; bülbüle imrenir, gül dalında yer ararsın. Ya da şairin yaptığı gibi dertlenir, kahırlanır; teselliyi bülbülü paylamakta bulursun.
-Doğru söylüyorsun. Bazen, belki de her zaman dert anlatmak, dertleşmek çok zordur. Her şeyi her yerde herkese söyleyemez insan. Belki bir zaman gelecek bir yer bulunacak ve her şey söylenecek.
-Bazen de duyarız, anlatamayız; tasarlarız, dillendiremeyiz; düşünürüz, söyleyemeyiz. Hep bir yer olsun ve bir zaman gelsin diye bekleriz. Bekli o zamanda ve o yerde de anlatamayacağız, şairin dediği gibi “Bir yer var, biliyorum; / Her şeyi söylemek mümkün; / Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; / anlatamıyorum.”
-Belki de en iyi gözyaşlarımız anlatır bizi. Halep’ten, Bosna’dan, Kırcaali’den gelmiş olmak fark etmiyor, aynı dertle dertlenmeye engel olmuyor. İşte bakın bir şarkının estirdiği duygu rüzgârı, aldı getirdi ve bizi bir yerde buluşturdu. Gözyaşlarımız bizi tanıştırdı. Anlatamadığımız duygularımızı onlar anlattı. Tıpkı dert şairi ve dertlilerin dili olan şairin hâli gibi:
“Ağlarım ağlatamam hissederim söyleyemem.
Dili yok kalbimin ondan ne kadar bizarım…”