İnsan, şehir ve medeniyet üçüzdür. Medeniyet kelimesi “medîne” kelimesi ile irtibatlıdır. “Medîne” de şehir demektir. Şehir ise meşherdir. Peki, “meşher” ne demektir? “Meşher” sergi alanı anlamına gelir. Şehirler insanların sergi alanlarıdır. Maharetlerini/ustalıklarını burada gösterirler. Bir şehri gezerken aslında büyükçe bir sergi alanını, bir müzeyi gezdiğimizi düşünmemiz gerekir. Bu sergi salonlarında medeniyetlerin yadigârları vardır. Onların eserlerini, yadigârlarını görürsünüz. Kimisi kitap, kimisi yapı, kimisi cami, kimisi mezar taşı, kimisi heykel kimisi türbe olarak karşımıza çıkar. Hepsi birer meşherdir, belgedir, tablodur. Dolayısıyla ilk işimiz bu tabloları korumak, sonra okumak, sonra anlamaktır. Mesela bir hat sanatı sergisine gittiğinizde, hat sanatı hakkında bilginiz yoksa bu sergiden fazla bir şey anlayamazsınız. Burada dikkatinizi yoğunlaştıracağınız şey; bu sergide yer alan unsurları derinlemesine tanımaktır, tanıyabilmektir.
Mesela içinde bulunduğunuz Bursa şehri de bir meşherdir. Bütün tarihî şehirlerin olduğu gibi… Kaşgar’ın, Kahire’nin, Kurtuba’nın olduğu gibi… Buhara’nın, Bağdat’ın, Bosna’nın olduğu gibi… Tabi ki tarihi şehirlerdeki sergi elemanları diğer şehirlere göre çok daha fazladır. Dolayısıyla, Bursa o anlamda dünyanın sayılı şehirlerinden biridir. Türkiye için; tarihi doku olarak, İstanbul’dan sonra en önemli şehirdir diyebiliriz. Tarihi dokuya sadece Osmanlı dönemini değil tüm tarihi unsurları dâhil etmek gerekir.
Şehirler meşherdir. Bizim görevimiz ise –tekrar edelim- bu meşherleri yani bu sergi salonlarını gözümüz gibi korumaktır. Peki, koruyabiliyor muyuz? Hassasiyetlerimizin, bu konuda yeterli seviyede olduğunu söylemek zor… Tarihi dokularımızı gereği gibi koruyabiliyor muyuz? Bu soruya “Koruyoruz, Emir Sultan var, Ulucami var, Yeşil Cami var” diye cevap verebilirsiniz. Ama unutmayın ki onlar elimizde kalanlar. Birçok şey yok oldu gitti… Tarihî dokularımızı korumak adına kötü bir dönem geçirdiğimizi söylemek mümkün. Dolayısıyla korumak için öncelikle bir şuur hâli, bir uyanıklık lazım. Peki, nedir bu şuur hâli?
Tarihî dokuyu; hangi dönem olursa olsun, hangi kültürden olursa olsun, hangi medeniyetten olursa olsun; bir vazife olarak insanoğlunun bıraktığı tüm yadigârları korumaktır bu şuur hâli. Canımız gibi. Yani bizden sonrakilere de o medeniyetin eserlerini sağlam bir şekilde bırakabilme uyanıklığı… Onlar da o eserleri doya doya seyretme hakkına sahiptir. Sen bunları nasıl yıkarsın? Bir camiyi, bir çeşmeyi, bir köprüyü nasıl yıkarsın? Bir kitabeyi çekiçle nasıl kırar, nasıl yok edersin! Buna hakkımız yok. Ama yakıyoruz, yıkıyoruz, yok ediyoruz. İnsanoğlunun böyle yıkıcı bir tarafı da var maalesef. Tarihî dokuları/belgeleri yok eden kötü bir damarımız da var. Bunu bilmek lazım ve tarihî şehirleri gezdiğimiz zaman bunun peşine düşmemiz lazım. Bu şuurla hareket etmemiz gerekir. Aksi hâlde gelecek nesillere zor hesap veririz.
Üç Grup İnsan
Bu meşherin içindeki insanları, bu meşheri ortaya koyanları, eser sahibi insanları da üç ana başlık altında toplayabiliriz. Birincisi ilim ve irfan ehli insanlardır. İlim nedir peki? İlim; hakikati arama sevdası, hakikati arama bulma aşkıdır. Bütün ilimleri içine alır. İlmin ayrısı gayrısı yoktur. Kâinatta, hakikati arama sevdalarına ilim denir. Bunun adı bazen jeoloji, bazen biyoloji, bazen tefsir, bazen matematik, bazen de tarih olur. Hepsi aynı kapıya açılır: Gerçeği arama ve anlama kapısı. Dolayısıyla şehirlerin temel şahsiyetlerinin birinci gurubu bu ilim ve irfan yolculuğu için nefes tüketenlerdir. Bu şahsiyetlerin peşine düşmek lazımdır. Bunlar büyük zihinlerdir, büyük beyinlerdir, büyük gönüllerdir. Büyük olmak isteyenler, büyüklerle yaşamalıdır, büyüklerle düşüp kalkmalıdır. Eskiler “Azizle aziz olunur” derler. Yani büyüklerle büyük olunur. Büyüklerle haşır neşir olmak çok mühimdir. Büyük ilim ve irfan ehliyle içli dışlı olmak, eserlerini okumak, eserlerinin peşine düşmek, onları tanıyanları tanımak gerekir. Kâmil insanlar bereketli bir mayalama kabiliyetine sahiptir. Onun için onların “köy”üne uğramak, onlara selam vermek önemlidir.
Şehirlerin ikinci büyük şahsiyetleri, ikinci büyük gurubu, ikinci büyük mayalama gücüne sahip insanları fikir ve felsefe ehli insanlardır. Tefekkür, düşünce ehli insanlardır. Yeni yorumlarla bizim hayata tutunmamıza yardımcı olurlar. Yeni ufuklar göstererek heyecanlarımızı tazelerler. Şehirler bunlarla ayakta durur. Medeniyetler bunlarla güçlü hâle gelir. Onların düşünceleriyle kendimizi tanır, eksiklerimizin farkına varır, rezilet mahallesinden uzaklaşarak fazilet mahallesine doğru adım atmamızın usulünü/adâbını öğreniriz.
Üçüncü bir gurup daha vardır ki onlar da olmadan olmaz. Bu üçüncü gurup güzel sanatlarla meşgul olanlardır. Yani sanatkârlardır. Güzel sanatların bütün dalları olmazsa olmazdır. İster tezhip ister şiir ister ebru ister musikî ister hat ister mimarî ister resim deyin; onlar olmadan medeniyet olmaz, medeniyet oluşamaz. Medeniyetin oluşabilmesi için, en az bu üç mühim mekanizmanın bir araya gelmesi gerekir. Ve bunların iç içe birbirlerini desteklemeleri gerekir. Hangi medeniyete bakarsanız bakın bu üç gurup insanı orada mutlaka görürsünüz. Bir başka ifadeyle; bir yerde medeniyet varsa -ister Doğu ister Batı ister Çin ister Roma medeniyetine bakın fark etmez- orada bu üç daldan A grubu insanlar, yirmi dört ayar altın gibi insanlar vardır. Bu üç dalda birinci sınıf insan yetiştirenler medeniyet kurabilir. Gerisi kurar gibi olur fakat kuramaz. Veya “kurdum” iddiasında bulunur fakat kuramaz. Yani asırlara hitabeden o ışığı yakalayamaz. Dünya klasikleri işte bu insanların eserleridir. Allah o insanları bizim için yarattı. Peygamberler gibi bütün insanlık için yarattı, donattı.
Peki, bunu nereden tanıyacağız? Yani A grubu/1.sınıf insanı nasıl anlayacağız? Bunu anlayabilmek için şöyle objektif bir ölçü kullanılabilir: Bu üç dalda ürettiklerinizi ötekiler yani diğer medeniyetlere mensup insanlar kavramak ihtiyacı hissediyorlarsa, medeniyet dilinizi öğrenmek ihtiyacı hissediyorlarsa orada bir “ışık” var demektir. Onun için medeniyet tarihlerine baktığınız zaman, tarihin her döneminde bu tercüme faaliyetlerinin olduğunu görürsünüz. Yani insanlar kendilerinden önceki medeniyetlerin ürettiklerini anlamak/kavramak ihtiyacı hissediyorlar. Tercümenin asıl maksadı budur. Daha önceki medeniyetlerde beliren o ışığı yakalamak. Onun için bütün medeniyetlerin başlangıç yüzyıllarında tercüme faaliyetleri vardır. Başkalarının eserlerini tercüme ederler. Birkaç asır sonra aksi olur. Eğer kendi ayaklarınızın üzerinde durarak medeniyetinizi kurabilirseniz, birkaç asır sonra bu sefer de sizin ürettiklerinizi “başka”ları tercüme etmeye başlarlar. İşte insanlığın ortak kültürü…
Bir Müzeniz Olsun!
Misafir olarak bulunduğumuz şehir ve ülkelerin tarihî dokusunu tanımaya, büyük şahsiyetlerin eserleri ile buluşmaya önem vermeliyiz. Bu fırsat bir daha elimize geçmeyebilir. Müzeler de bu açıdan mühim bir “meşher”dir. Müzeleri gezerken kendi kendimize bir soru sormamız da gerekir. Soru şu: “Ben de bir müze kurabilir miyim?” Cevabını hemen veriyorum: Bir şeyleri atma değil de biriktirme alışkanlığınız varsa sizin de çeyrek asır sonra bir müzeniz olabilir. Evet, tek başına, tek maaşla, mütevâzı imkânlarla bir müze kurabilirsiniz. Bursa’da bunun mükemmel bir örneğini görmek isterseniz Muradiye’de Esat Uluumay’ın kurduğu müzeyi gezebilirsiniz.
Efemera nedir? Cevap: Dünyada basılı olan şeylerin yarısı raflardadır yarısı çöp kutularındadır. İşte o çöpe giden eşyaya, matbaadan gelen malzemenin her çeşidine efemera denir. Böyle bir müze “sıfır” maliyetle dahi kurulabilir. Sermayesi biriktirme aşkı.
Evet, müzeniz için düşünün, taşının, karar verin, kolları sıvayın ve besmele ile biriktirmeye başlayın!
“Rönesans’ı İslâmiyet’e Borçluyuz.”
Bu cümleyi duymuşsunuzdur. Avrupalılardan biri : “ Rönesans’ı İslâmiyet’e borçluyuz.” diyor. Bu şu demek; Avrupa Rönesans denilen o büyük atılımı İslâmiyet sayesinde gerçekleştirmiştir. 13. yüzyılda Avrupa, Arapça öğrenme sevdasına düştü. Müslüman olmak ya da Kuran’ı daha iyi anlamak için değil. En azından ilk öncelikleri bu değildi. Arapça yazılmış bazı kitaplar vardı ki bu kitaplarda aradıkları o ışık mevcuttu, işte o ışığı almak ve onun aydınlığında yürümek için düştüler bu sevdanın peşine. Hedef, İbn-i Rüşd’ü anlamaktı mesela. 12. yüzyılda Endülüs’te yaşamış bir İslam düşünürü, tefekkür ehli bir filozof. Yani yukarıda zikrettiğimiz ikinci gurup insanlardan biri… Öyle kitaplar yazmış ki; Avrupalılar oradaki ışığı almak ihtiyacı hissediyorlar. Peki, felsefe alanında ne yapmış İbn-i Rüşd? Aristo felsefesine öyle bir açılım getirmiş, öyle bir renk katmış ki; Avrupalılar işte o renk için Arapça öğrenmek istemişler ve öğrenmişler. Dolayısıyla büyük insanların eserleri sınır tanımaz, zaman aşımına uğramazlar. Sınırları aşar, ülkelerin, medeniyetlerin sınırlarını da aşar, zamanları, asırları da aşarlar. Engel olmak isteyenleri de aşar geçerler.
Bu coğrafya için söyleyelim: Dünya sekiz yüzyıldır Mevlâna’nın, Muhyiddin İbn Arabî’nin Yunus Emre’nin kitaplarını okuyor. Peki, dünyada başka kitap mı yok? Elbette var ancak bu kitaplardaki ışık, sınırları ve asırları aşarak geldiği için bazı insanlar onları okuma ihtiyacı hissediyor. Bu bir ihtiyaç… İnsan Mevlâna’yı okuyarak kendini anlıyor, kendini tanıyor, kendi kendine kendini açıyor. Kendine doğru doyumu olmayan bir yolculuğa başlıyor. Çünkü onda öyle bir ışık var. Dünya klasikleri boşuna dünya klasikleri olmamıştır. Onlarda bir “şey” var, o “şey”in peşine düşüyor insanlar. Evet, büyük insanların kitaplarında bir “şey” var.
Kitap nedir? Ağaçtan yapılmış bir malzeme, üzerine siyah mürekkeple harfler yerleştirilerek oluşturulmuş bir eşya… Bizler odundan yapılmış o kitabı alıp okuyor ve ağlıyoruz. Neden ağlıyoruz, bizi ağlatan nedir peki? İşte orada bir “şey” var. Bizi ağlatan o “şey”in peşine düşmek lazım. Büyüklerin kitaplarına bir lütuf/değerli bir hediye olarak bakmak lazım, Allah’ın bize bir lütfu, bir ikramı olarak görmek lazım. Gerçekten de büyük insanlar bize Allah’ın büyük bir ikramıdır. Allah’ın “nimet verdiği” insanlar bunlar… Bunların eserleri bir fırsattır bütün insanlar için. Fırsatı değerlendirmek gerekir. Oturup düşünmek gerekir. Gücümüz varsa bir benzerini ortaya koymak gerekir.
O kitaplar olmasaydı ne olurdu hâlimiz!
Büyüklerin hepsinin kitabı yoktur. Bazı büyük şahsiyetler var; âlimlerden, âriflerden, sanatkârlardan fakat bize ulaşan bir risâlesi yok, bir kitabı yok, bir şiiri yok… Bazıları yazmamıştır, bazıları yazamamıştır, bazıları da yazmıştır sonra da imha etmiştir. Neden acaba? Bu da ince bir konu. İnce konu şu: Kitabı yazdıktan sonra; benlik, gurur ortaya çıkmıştır. “Yazınca işte böyle yazılır.” duygusu öldürücü bir duygudur, gönül hayatı için “Ben yazdım, bunu ben yaptım bu konuyu ilk defa ben ortaya koydum” der ve işte bu noktada benlikle savaş başlar. Tam bu noktada ego putunu kırmak gerekir. Kibir/büyüklük taslama/ötekileri küçük görme tuzağına düşmemek gerekir. Büyüklüğün birinci şartı alçakgönüllü olmaktır. Gönülleri fetheden iksir de budur: Yani tevâzudur. Büyükler eserlerinin büyüklüğü gibi tevâzuda da büyük olur. Tevâzunun zıddı olan kibir ise yıkıcıdır.
Yüzlerce binlerce sayfalık kitap yazanı da var, hiç yazmayanı da var. Mesela XV. yüzyılda yaşayan Hacı Bayram-ı Velî’nin bir iki şiiri dışında başka bir eseri bizlere ulaşmadı. Ama 15. Yüzyılın yıldız şahsiyetlerini o yetiştirdi. Akşemseddin’inden Eşrefoğlu Abdullah Rumî’sine… Bursalı Dede Ömer’den Yazıcızâde Mehmet Efendi’sine kadar… Öyle insanlar yetiştirdi ki 15. yüzyılı adeta baştan sona aydınlattılar. Büyüklerin bir kısmı kitap yazmaya önem verirken, bir kısmı nitelikli insan yetiştirmeye önem vermiş, bir kısmı da her ikisine birden eğilmiştir.
Onlar olmasaydı ne olurdu hâlimiz?
Üçüncü gurubumuzda sanatkârlar vardı. Bizler için sanat da çok mühimdir. Özellikle gençlik yıllarında bir insanın bu güzel sanatlarla mutlaka ilgilenmesi gerekir. Her insanın bediî sanatlardan en az birine kabiliyeti vardır. Bazılarının birkaç tanesine kabiliyeti olabilir. Bu kabiliyetinizi deneme yanılma yoluyla bulabilirsiniz. Siz gençlere öncelikli tavsiyem –branşınız/fakülteniz ne olursa olsun-sanatın içinde olun, güzel sanatlarla tanışın, onlarla sevişin. Üniversite çağlarınızda, gençlik yıllarınızda mutlaka güzel sanatların en az bir dalıyla ilgilenin. Şiiri anlamaya, musikîyi duymaya, resmi görmeye, deseni çözümlemeye çalışın. Melekelerinizi, yeteneklerinizi, kabiliyetlerinizi keşfetmeyi dert edinin, tespit ettikten sonra onları geliştirmenin yollarını arayınız… Yani “usta”nın peşine düşünüz.
Güzel sanatlar gönül dünyamızı onarır, güzelleştirir, derinleştirir. Kâinattaki güzellikleri görme melekemizi geliştirir, güzel sesi duyma kabiliyetimize güç verir. Hayata yeni ve taze bir anlam katar. “Allah güzeldir, güzel olanı sever” hikmetini anlamanın yolunu açar.
İnsan ile şehri, şehirle medeniyeti anlarız.