“Benim Hayatım” Var mı?
“Benim hayatım” cümlesi aslında ne kadar temelsiz değil mi? Hayatımızın bizim olmadığını çok iyi biliyoruz. Zira isteklerimizin, arzularımızın, ideallerimizin peşinde hoyratça, hiçbir şeye muhtaç olmadan, hiçbir zorunluluk duymadan yaşamak istiyor ama yapamıyoruz. “Benim hayatım” cümlesi belki de bu duruma karşı bir isyanı anlatıyor. Oysa isyan çoğu zaman çözüm olmuyor, problemi daha da derinleştiriyor. Meseleye gerçekten hayatımıza ne kadar sahip olduğumuzu analiz ederek başlasak ve ona göre bir yol çizsek daha iyi olmaz mı?
Doğumlarından kısa bir süre sonra tek başlarına tabiatta hayata kalabilen hayvanların aksine, insan ömür boyu diğer insanlarla birlikte yaşamak zorunda. Hayatının belirli bir evresinden sonra tabiatta tek başına yaşamayı arzu etse bile, toplum içerisinde oluşturduğu küçük dünyasının pek çok öğesinden mahrum kalacak ve sınırlı ihtiyaçlarını karşılayabildiği bir “kendi hayatı” olacak. Örneğin tabiattaki hayatta iş, sanat ya da siyaset alanlarında başarı, lüks otellerde tatil veya kruvaziyer gemilerde mavi yolculuk, istediği elbiseyi giyebilme veya istediği yiyeceği yiyebilme gibi arzularını karşılayamaz. Aslında hiçbir arzunun kişiyi yönlendirmediği bir hayat bizim “gerçek kendi hayatımız” değil mi? Bu soru günümüz insanı için anlamsız; çünkü hayat arzuların tatmini üzerine kurulmuş. Ayrıca tek bir kişinin baş edemeyeceği tabiat şartları kişinin kendi hayatını tamamen gasp edip onu yaşam mücadelesi veren akıllı bir hayvana dönüştürür. Dolayısıyla “benim hayatım” derken kast edilen tabiattaki hayat değildir.
Topluma mahkûm olduğumuz andan itibaren kişisel özgürlüklerimizin bir kısmını gönüllü olarak terk ederiz. Üstelik topluma terk ettiklerimiz asgari düzeyde kalmaz: Kiramızdan para artırıp diğer yerlerde para harcamak için evimizi bir başkası ile paylaşırız. Yaşlılığımızda bizimle oturup konuşacak, hastalığımızda çorba yapacak birisi olması için evleniriz… Her iki örneği de rasyonel seçim teorisi bağlamında verdiğimin farkındayım. Aslında sevmenin, sohbet etmenin, dertlenmenin de yemek, içmek gibi bir zaruri ihtiyaç olduğunun hepimiz farkındayız. Başkası devreye girdiği andan itibaren ise hayat “benim” olmaktan çıkıp “bizim”e dönüşür.
Şüphesiz toplum içinde yine de “benim bir hayatım” var: Benim sevdiğim yemekler, benim hoşlandığım müzik, benim saç stilim, benim giyimim, benim hayat tarzım… Peki, bunlar gerçekte ne kadar benim? Sevdiğim yemekleri belirleyen ailem ve coğrafyam değil mi? Saçım ya da elbiselerim modacılar ya da arkadaş çevrem tarafından değil de hiçbir etkiye maruz kalmadan benim tarafımdan mı belirlendi? Eğer öyleyse niçin dönem dönem değişiyor ve eski fotoğraf albümlere baktığımda tebessüm ediyorum?
Aslında kimsenin kendine ait bir hayatı yok. Aksine hayatlarımız tabii zorunluluklar ve profesyoneller tarafından yönetiliyor. Tabiat şartları, hayatta kalabilmek için bir aileye muhtaç olmamız, fizyolojik ve psikolojik ihtiyaçlarımız tabii zorunluluklar. Bu gayet anlaşılabilir bir durum. Ama profesyoneller neyin nesi? Niçin hayatlarımıza müdahale ediyorlar? Ya da daha doğru bir ifadeyle niçin hayatlarımızı onlara teslim ediyoruz?
Hayatımızı Yöneten Profesyoneller
Şüphesiz hayatımıza en fazla karışan profesyonel grup doktorlar ve diyetisyenler. Sağlık ve güzellik söz konusu olunca onlara gönüllü olarak teslim oluyoruz. Fakat ana akımdan uzak olanlar bizi zorluyor; hem olayı kavrama hem de kendi tavsiyelerini uygulama konusunda. Kimi hemen ameliyat kararı alıyor kimi ameliyatın lafını etmiyor. Kimi bizi ilaca boğuyor kimi yana yakıla istediğimiz halde ilaç yazmıyor. Aşı yaptırtmayanları, protein ve yağ üzerine kurulu diyetler önerenleri, on günlük açlıkla tedavi uygulayanlarını duyunca daha da şaşırıyoruz. “Anlaşılan modern bilim herkesin üzerinde uzlaştığı bilgilere sahip değil, üstelik teşhis ve tedavi de kişilerin yeterliliğine göre değişiklik gösteriyor,” deyip ikinci görüş alma zorunluluğu duyuyoruz.
Çocuklarımızın eğitimlerini ve gelecek mesleklerini öğretmenlere, evimizin dizaynını mimarlar ve iç mimarlara teslim etmemiz anlaşılabilir bir durum. Neticede bunlar birer uzmanlık alanı ve bu profesyoneller uzun eğitimlerden geçiyorlar. Peki, ne tür bir eğitimden geçtiği meçhul olan kariyer uzmanlarına veya yaşam koçlarına kendimizi nasıl bu kadar kolay teslim edebiliyoruz?
Yine de yukarıdaki profesyoneller hayatımızın her alanına ve her safhasına girmiyor. Yani mimar çocuğumuzun eğitimi konusunda bir şey söylemiyor, kariyer uzmanı sağlıkla ilgili tavsiye vermiyor, doktor evimizin şekline karışmıyor. Fakat günümüzde bir başka profesyonel hayatımıza her yönüyle müdahale etme hak ve yetkisini kendinde görüyor. Toplum benim bir profesyonel olarak gördüğüm bu kişiye “hoca” diyor. Şüphesiz burada kast ettiğimiz camideki imam değil. Hoca kimliği ile çevresinde tanınmış, kalabalıkların kendisine teveccüh ettiği, hayatın her alanıyla ilgili sorularla muhatap olan ve bunlara cevap verme yetkisini kendinde gören, bireysel ve toplumsal hayatı düzenlemeye talip olan kişi. Bu “hoca” meşruiyetini dinin, hayatın her alanını düzenlemesinden alıyor: Popüler söylemle, madem din tuvalet adabından devlet yönetimine kadar her alanda hükümler getirmiştir, öyleyse dinî bilgiye sahip bir otorite olarak kendisinin yetki alanı dışında kalan bir husus yoktur. Aile, sağlık, eğitim, siyaset, ekonomi, sanat, boş zamanlar… Hepsi bu yetki alanının içindedir. Bir Osmanlı tarihi okumamıştır ama Fatih Sultan Mehmet veya II. Abdülhamid konusunda söz söyler, Dede Efendi’yi duymamıştır ama Mevlevi Ayini hakkında hüküm verir, düzenli bir eğitimden geçmemiştir ama eğitim sistemini dizayn etmeye çalışır, siyaset bilimle, hatta İslam siyaset tarihiyle ilgili okuması yoktur ama çağdaş rejimler hakkında konuşur… Şüphesiz medresesinde ibare okutan müderris, müridine irşat veren şeyh, talebesine ders veren öğretmen/öğretim üyesi bu “hoca” ile karıştırılmamalı. Bu insanlar kalabalıklara ve kameralara hitap etme kaygısı olmadan, mütevazı bir şekilde işlerini yapmakta ve “Maalesef o konularda bilgim yok,” deme erdemini göstermekteler.
Yıllar önce meşhur bir hocaefendinin kızının beyaz gelinlik içindeki fotoğrafı basında yer alınca bazı kişiler hayal kırıklığına uğramış, bazıları da hemen eleştiri oklarını yöneltmişlerdi. Hocaefendi bunlara cevap vermek zorunda kaldı. Eleştirinin sebebi belliydi: Beyaz gelinlikle tesettürün sağlanıp sağlanamayacağı ve bunun basında yer almasının caiz olup olmadığı meselesi. Fotoğrafları gören çok kıymetli bir arkadaşımın annesi ise şöyle tepki göstermiş: “Biz onların sözüne itimat ettik ve evdeki aile yadigârı fotoğrafları yırtıp attık. Ama şimdi onların fotoğrafları her yerde.” Bunu ilk duyduğumda yüreğim cız etmişti. Kim, hangi hakla bir ailenin atadan-dededen kalma üç beş fotoğrafını imha etmesini söyleyebilirdi? Benzer bir duyguyu başka bir sebepten dolayı da yaşamıştım. Sürekli gittiğim berberin yanında lise çağlarında, daha önce tesadüf etmediğim çırak genci görünce kim olduğunu ve okul zamanı niye dükkânda bulunduğunu sormuştum. Berber yeğeni olduğunu, anne-babasının çocukların okula gitmesine olumsuz baktığını ve liseye göndermediğini söylemişti. “Aile dindar mı?” diye sorduğumda üzüntüyle, “Senden benden daha dindar,” cevabını vermişti. O genç ailesinin isteğiyle okulu bıraktı ama bir zanaat da öğrenemedi.
1980’lerde bazı üniversiteli gençler, geleneksel anlayışlarından farklılaşan İslam’la tanıştıklarında, her şeyleriyle itimat ettikleri kişiler ve söylemleri yüzünden isimlerini değiştirdiler, sazlarını bıraktılar, aileleri ile ilişkilerini kestiler. Daha sonra yaşanan pişmanlıklar pek çok hatırat kitabına yansıdı. Bugün kaç kişi yirmi yaşına kadar ailesinin koyduğu isim olan “Cengiz”le yaşamış birine adını “Celaleddin” olarak değiştirmesini teklif ediyor?
İkinci Görüş
Tam aksi olması gerekirken, bilim ve din bize her konuda söz söyleme, herkesin hayatına dahletme cesareti veriyor. Oysa bırakınız bütün alanları, bir bilim dalını bile ihata etmek tek bir kişi için mümkün değil. Ayrıca aynı konuda çok farklı yaklaşımlar olduğu televizyondaki uzman tartışmalarında bile açıkça görülüyor.
Evet, “Benim hayatım!” bir slogandan ibaret, hayatımızı başkalarıyla paylaşmak zorundayız. Bu durum profesyonellerin hayatımıza hükmetmesine de gerekçe olamaz. Ancak bir profesyonele sonsuz biçimde güvenip onun çizdiği yolda ilerken, “Benim hayatım!” diyerek yakınlarımızın tavsiyelerine kulak tıkamak bir başka problem. Hatta söz konusu din olduğunda daha ciddi bir problem. Çünkü din uğruna çizilen yolda, yukarıda örneklerde olduğu gibi sadece kendi hayatımıza değil, başkasının hayatına, üstelik gerçek anlamda hayatına zarar vermemiz mümkün.
O halde sormamız gereken soru şu: Fani dünya hayatında sağlığımız için ikinci görüş alma ihtiyacı hissederken, niçin ebedi hayatımızın selameti için ikinci görüş almayı aklımıza getirmiyoruz?