Paul Feyerabend, Yönteme Karşı (çev. Ertuğrul Başer), Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1999.
Hiç kuşku yok ki, dünya ve evrenin ne olduğu, nasıl bir yapıya ve işleyiş biçimine sahip olduğu, insanın yaşayıp varlığını zenginleştirmek için söz konusu dünya veya evreni kendi pratik yaşam dünyasına nasıl dâhil etmesi gerektiği yönündeki sorular insanlık tarihi kadar eski olup, geçmişten bugüne değin insanlığın, gerçekliği bilip kavramasına yönelik tüm bu soru sorma biçimleri genel bilim tarihinin araştırma konusunu oluşturmaktadır. Her ne kadar birçok bilim tarihi kitabı, büyük ölçüde modern rasyonel ve pozitivist bilim anlayışı doğrultusunda olacak şekilde, insanlık bilim serüvenini ilkel olandan modern olana doğru sürekli bir biçimde birbirine eklemlenmek suretiyle gelişen ve nihayetinde modern bilim anlayışına vücut verecek olan bir mantıksal örgü içerisinde kurgulamış olsa da, 20.yy.da karşımıza çıkan birçok bilim eleştirisi açısından durum hiç de zannedildiği gibi olmamıştır.
Özellikle modern bilime ve bilimsel yöntem fikrine yöneltilen bu eleştirilerin özünde, bütünüyle tarafsız ve saf bir bilme kaygısı içerisinde olma iddiasındaki bilimin, sistematik ve açıkça belirlenebilir bir tarz içerisinde üretildiğine ve diğer tüm gelenekleri hükümsüz kıldığına işaret eden “akılcılık” ideolojisine karşı bağışık olmadığı hususu bulunmaktadır. Feyerabend’in Yönteme Karşı’da vurgulamış olduğu hususlar da tam olarak bu minval üzere okunabilir. Feyerabend’e göre, modern bilim tarafından adeta bir üstünlük nişanesi olarak alkışlanan akılcılık ve açık kurallar, bilim adamlarının zannettiklerinin aksine, bilimi ilerletmek yerine onu yok edecek olan güçler olmak durumundadır. Hatta mevcut bilimsel keşifler yakın bir analize tabi tutulduklarında, onların, akliliğin temel standartları ve yerleşik yöntembilimsel reçetelerle çatıştıklarını dahi ortaya koymak mümkündür. Daha da ötesi, Feyerabend, bu çalışmasında “Birinci Dünya bilimi” olarak adlandırdığı modern bilimin, özel tarihsel şartlar içerisinde zuhur etmiş olan ve tam da bu karakteri nedeniyle evrensel geçerliliğe sahip olmayan birtakım fikirler içerdiği kanaatini ileri sürer. Söz konusu bilimin tüm dünyada adeta genel bir kabul görmesi ise, içkin bir aklilik içerisindeki vukufuna bağlı olarak insanlık için daha iyi bir anlayış ve yaşam üretmesinden değil, özellikle sömürgecilikte karşılığını bulan iktidar oyunları ve silaha duyulmuş olan ihtiyaç sonucunda daha iyi silahlar üretmesinden kaynaklanmıştır.
Feyerabend’in özellikle vurguladığı husus, hâkim modern bilimsel yöntem ve yaklaşımların tek ve biricik bir yöntem olarak kutsanmalarının mümkün olmadığıdır. Buna göre, tek bir bilimden veya bilimsel yöntemden ziyade, her ulusun kendi özel ihtiyaçlarıyla uyuşan bilimler çokluğundan bahsetmek gereklidir. Bunun gerçekleştirilebilmesinin koşulu ise, ilk önce bilimi ideolojilerden korumak suretiyle, kendi ayakları üzerinde duracak bir konuma taşımak, ikinci olarak ise, bilimsel olmayan kültür, usul ve varsayımların da kendi ayakları üzerinde durmalarına vücut verecek olan demokratik bir toplum yaratmaktır. Büyük ölçüde akademik kaygıların ötesinde kaleme alınmış olan bu çalışmanın motivasyon kaynağını tam da söz konusu amaçlar teşkil etmektedir.
Feyerabend’e göre, bilimsel gözlem ve deney zannedildiğinin aksine, bizatihi bilimin kendi iç devinimi dolayımıyla da gösterilebileceği üzere, hiçbir zaman saf bir mevcudiyete sahip olmadığı gibi, bilimin birliği olarak savunulagelen yaklaşım biçimlerinin de tarihsel bir doğrulamasını yapmak mümkün değildir. Zira bilim söz konusu olduğunda, gerek teorik düzeyde gerekse modern laboratuar biliminin pratik yansıma ve uygulamalarında birlik görüntüsünün iyiden iyiye ortadan kalktığı söylenebilir. Feyerabend’in Ian Hacking’e referansla ifade ettiği üzere, deney ve gözlem gibi tarafsız olma kaygısının en ağır bastığı terimler dahi, “içinde birçok iplikçiğin bulunduğu karmaşık süreçleri” muhtevasında barındırır. Olgu diye addedilen objektif kendilikler, çeşitli taraflar arasında yürütülen tartışma ve görüşmelerden sökün etmekte olup, nihai ürün ise, fiziksel olaylar, bilgi işlemciler, vaatler, bitkinlikler, parasızlık ve ulusal gurur gibi hususlardan etkilenen bir mahiyete sahiptir. Tüm bu gerekçelerden dolayı, Feyerabend’in çalışmasının temel tezini, “bilimleri oluşturan olayların, usullerin ve sonuçların hiçbir ortak yapısı” olmadığı; “her bilimsel araştırmada karşımıza çıkan ve onlar dışında hiçbir yerde görülmeyen birtakım unsurların” bulunamayacağı şeklinde ifade etmek mümkündür.
Aslında oldukça kompleks ve kendilerini çoğunlukla yerleşik teorilerle çatışma içerisinde sunan bilimsel başarılar basit bir açıklama mantığı içerisinde ele alınabilmekten uzak bir mahiyete sahiptir. Benzer bir biçimde Feyerabend, bilime ait başarıların, ilgili olduğu bağlamın dışına taşırılmak suretiyle, henüz çözülmemiş sorunlara yönelik bir standart teşkil ediyormuşçasına ele alınıp, argüman olarak kullanılmasının da savunulabilir olmadığı kanaatindedir. Yine, farklı ulus ve kültürlerde pratik bir kullanım alanına sahip olmakla birlikte, modern bilim düşüncesi açısından bilimsel olmadığı gerekçesiyle dışlanan yaklaşım ve usuller de, Feyerabend açısından bilimsel argümanlarla bir kenara atılamaz. Bu nedenle, Feyerabend, tek bir tür bilimden ziyade, farklı toplumsal kökenlere sahip olan insanlar tarafından ortaya konulan dünyaya yönelik farklı yaklaşım ve değerlendirme biçimlerine bağlı olarak, birçok farklı bilim türünden bahsetmenin gerekli olduğu kanaatindedir. Zira Batılı bilim sunulacak iyi şeyleri olan yegâne gelenek olmayıp, diğer araştırma biçimlerinin de en az Batılı bilim kadar değeri söz konusudur. Tam da bu husus nedeniyle Feyerabend kitabını kaleme almaktaki amacının bilgiyi ilerletmek değil, bütünüyle insancıl kaygılara bağlı olarak insana arka çıkmak olduğunu ifade eder. Aslına bakılırsa Feyerabend’e göre, bilginin ilerlemesi ile birçok yerde zihinlerin öldürülüp iğdiş edilmesi arasında bir paralellik bulunmaktadır. Zira bilgi ve uygarlığın ilerlemesi gerçekte, Batılı yöntem ve değerlerin bütün bir dünya sathında tahkim edilmesiyle bağlantılı bir biçimde, diğer yöntem ve değerlerin yok edilmesinden başka bir şey değildir. Bu durum ise, tam da Feyerabend’in projesinin hakiki anlamını ortaya koyar niteliktedir: “Kültürel cinayet için bilim adını kullanan ideolojilere” karşı olmak.
Bilindiği üzere Feyerabend bilim felsefesi tarihinde anarşist bir bilgi kuramına sahip olmakla ön plana çıkmaktadır. Feyerabend’in Yönteme Karşı adlı çalışmasını da gerek bilim tarihine gerekse bilimin doğasına yönelik anarşist bir bilgi kuramı olarak okumak mümkündür. Zaten Feyerabend de, çalışmasının hemen giriş kısmında, bilimin gerçekte anarşist bir teşebbüs olduğunu, kuramsal anarşizmin yasa ve düzen öngören alternatiflerinden çok daha insancıl bir mahiyete sahip olarak ilerlemeyi teşvik ettiğini ileri sürer. Feyerabend’e göre, tarihteki rastlantı, belirsizlik ve konjonktürel oluş dikkate alındığında, duruma uyar olarak görünen yöntem veya usulü tercih etmek çok daha makuldür. Zira çıplak olgu diye bir şey olmadığı gibi, bilim adamının bilimi oluşturan olgulara belirli bir şekilde bakmasının dışında, objektif ve tarafsız bir hareket noktasının varlığından da bahsedilemez. Daha da ötesi, kendilerini bilim adamına istikrarlı bir biçimde verdiği iddia edilen olgular dahi, gerçekte icat edilmişlerdir. Bu nedenle, her ne kadar katı kurallarca bir arada tutulan ve belli ölçüde başarılı olan bir gelenek yaratmak mümkün olsa da, dünyayı anlama, yorumlama ve değerlendirmemize farklı ışıklar tutması mümkün olan diğer tüm bakış açılarını dışlamak pahasına böyle bir geleneği desteklemek hiç de arzu edilebilir bir şey değildir. Zaten dünyanın büyük ölçüde bilinmeyen bir varlık alanı olması gerçeği, anarşist bir bilgi kuramı açısından, bilim adamının seçeneklerini açık tutmasını ve kendisini önceden kısıtlamamasını salık verir. O halde, insan özgürlüğünü arttırmanın, dolu ve yaşanmaya değer bir hayat kurmanın ve bu hususla bağlantılı olarak da doğa ve insanın sırlarına nüfuz edebilmenin Feyerabendçi imkânı, tüm evrensel standart ve geleneklerin reddedilmesinden geçmektedir.
Feyerabend, bilim tarihi içerisinde ortaya konulan keşif ve gelişmelerin anlamına yönelik dakik bir düşünümün, her ne kadar yerleşik bilimsel standartlar tarafından onaylanmamış olsa da, farklı yaklaşım biçimlerine yönelik açıklığın hayati bir öneme sahip olduğunun açığa çıkaracağını düşünür. Ona göre, bilim tarihinde ihlal edilmemiş kural olmadığı gibi, söz konusu ihlaller tesadüflerden, bilgi eksikliğinden veya dikkatsizlikten kaynaklanmayıp, bizatihi ilerlemenin temel motivasyon kaynağı hükmündedir. Hatta gerek tarihsel olayların incelenmesi, gerekse düşünce ve eylem ilişkisine yönelik soyut bir çözümleme yoluyla açığa çıkarılabileceği üzere, ilerlemeyi engellemeyen yegâne ilke “ne olsa uyar”dır. Asla tamamlanmış bir süreç olmadığından ötürü, bilimsel pratiğin zorunlu şartları olarak basitlik, zarafet ve tutarlılığı öngörmek söz konusu olamaz. Aksine, kuramların manasız olarak kabul edilen bölümlerinin uzun süreli kullanım sonucunda açık ve akla yatkın hale gelmeleri, deneysel başarının kaçınılmaz şartlarının anlamsız ve yöntemsiz ısınmalar olduğunu ortaya koymaktadır. Feyerabend’in çalışmasının hatırı sayılır bir kısmını ise, bu tespitleri, özellikle Galileo ve Kopernik gibi bilim adamlarına referansta bulunmak suretiyle, bizatihi bilim tarihi bağlamında temellendirmek oluşturur. Bu hususla bağlantılı olarak Feyerabend’in eleştiri konusu kıldığı önemli bir husus, yeni hipotezlerin kabul edilmiş olan kuramlarla uyuşmasını gerekli gören tutarlılık şartının eleştirisidir. Aslına bakılırsa bu şart, daha iyi bir kuramın vücut bulmasına değil, eski kuramların korunmasına hizmet ettiğinden dolayı hiç de akla uygun değildir. Aksine, bize başka türlü elde edilmesi pek de mümkün olmayan kanıtlar sağlayan hipotezler iyice doğrulanmış olan kuramlarla çelişenlerden başkası değildir. “Tek tipleşme bilimin eleştirel gücünü zayıflatırken kuramların çoğalması bilim için yararlıdır.” Aynı şekilde bireyin özgür bir biçimde gelişip serpilmesinin yolu da, tek tipleşmeye karşı olmaktan geçmektedir.
Son tahlilde ifade edilmelidir ki, Feyerabend bilim ve rasyonelliğin evrensel üstünlük ölçütleri olmadığını, her birinin tarihsel kökenlerinden habersiz tikel gelenekler olduğunu vurguladığı çalışmasında, rasyonelliğe ait standartları değerlendirmenin ve geliştirmenin imkânının altını çizer. Zira ne geleneğin üstünde ne de değişimin ötesinde olduklarından dolayı geliştirme ilkelerinin sabitleştirilmesi de söz konusu olamaz. Bilim yalnızca varlığına, fayda ve zararlarına alışmış olanlar için varolanlar içerisindeki yegâne ve en iyi gelenektir. Oysa tıpkı gerçek demokrasilerde kiliselerin devletten ayrılması gibi, bilimin de devletten ayrılıp, gerçekliği anlayıp değerlendirme doğrultusunda varolan diğer gelenekler veya düşünme tarzları içerisindeki mütevazı yerini alması gerekmektedir.