Süleyman Uludağ İle Seyr-i Fikir

0

İlim taliplisi Müslüman genç, taharrî-i hakikat basamaklarında hızla ilerleyerek; suallerinin aydınlanacağı kapıya dayanır. Kendisini fikir mürşidinin odasına attıktan sonra günlerdir onu uyutmayan derdini bir anda haykırır: “Hangi İslamî düşünce yapısı doğrudur?” der ve derin bir nefes alır. Nass ve nakil tarikinden giden Selefîler mi, akıl ve istidlâl metodunu benimseyen Kelamcılar mı, yoksa keşf ve ilhâmın bilgi kaynağı olduğunu savunan Sûfîler mi?

Hoca, zihni âlûde olmuş talebeyi teskin etmeye çalışır. Babacan tavırlarıyla onu sakinleştirdikten sonra uzun bir yolculuğa çıkmak için hazırlıklara başlarlar. Ve iki seyyah olarak İslam sahrasında fikir atına binerek maziye doğru yolculuğa çıkarlar. İlk istikamet Selefiye sarayıdır. Suallerinin yanıtlarını arayan genç seyyah, bu müşahedâtını bize şöyle naklediyor:

“Bu sarayın girişinde bizi Ahmed b. Hanbel karşılıyor. Sarayın inşasında Hicaz esintilerine rastlıyoruz, içinde ise hadis halkaları oldukça dikkat çekiyor. Ben hayretler içinde olup bitenleri idrak etmeye çalışırken, Süleyman Hoca sohbet halkasına iştirak etmiş, beni de yanına çağırıyor. İlk sözü İmam Malik alıyor: “Bugün dininizi tamamladım…” (Maide 3) meâlindeki âyetin nâzil olduğu gün dinden olmayan hususlar, bugün de dinden değildir. Çünkü en doğru söz söylenmiş, en güzel iş yapılmıştır. İslam’ı en doğru, en iyi, en güzel ve en mükemmel şekilde anlayan sahabe, tabiûn ve etbau’t-tabiindir. İslamiyet’in mâsuniyetini muhafaza etmek için onların izinden yürümemiz gerekir. Bizlerin vazifesi, nakli iyi bir şekilde anlamaktır.” Sözü Said b. Cübeyr devralır ve der ki: “Bedir gazilerinin bilmediği bir şey, dinden değildir.” Mevzu akıl olunca da her biri bir aslan tavrı alır, iki dizinin üzerine doğrulur ve şâhenşah gibi şu sözleri söylerler: “Nass kudsî, akıl süflîdir; nass gündüz, akıl gecedir; nass nur, akıl nârdır.” Bu saraydaki seyr ü seyahatimiz bittikten sonra Seyyid Kutup, Muhammed Abduh, Muhammed İkbal bize kapıya kadar eşlik ettiler.

Fikir mürşidim ile sahrada ilerlerken çok uzaklaşmadan bir saray daha karşımıza çıkıyor. Sarayın girişinde şöyle bir kitâbe asılıdır: “Kişinin dini akıldır. Aklı olmayanın da dini yoktur.” Buradan anlaşıldığına göre Kelâmiye sarayına gelmiş bulunuyoruz. Temelleri Mûtezile âlimlerinden olan Vasıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd tarafından 8. asırda atılmıştır. Saray iki kısma ayrılmıştır. Temel ayrım noktası ise Huccetü’l-İslam olan İmam Gazâlî’nin bulunduğu yerdir. Sarayda onun bulunduğu yerden öncesine kudemâ, ondan sonra olan kısma ise müteahhirîn denilmiştir. Sarayda biraz daha ilerleyince İzmirli İsmail Hakkı’nın yeni bir bölüm inşa etme çabasını görüyoruz. Giriş tarafında sağlı sollu iki kitâbe asılıdır; bunlardan biri Hasan-ı Basrî’ye ait Kader Risalesi, diğeri ise İmam-ı Âzam’a ait Fıkhu’l-Ekber’dir. Ben sarayı temaşa etmekle meşgulken bir anda kendimi ilim halkasının içinde buldum. Sohbet şu sözlerle başladı: “Akıl ile nakil teâruz ettiğinde, akıl esas alınarak, nakle ona göre bir anlam verilir. Her şeyin bir esâsı vardır; Müslüman’ın dayandığı esas akıldır, dinin temeli de akıldır.”

Sohbet bitmiş, halka dağılmış, ama zihnimi kemiren sorulardan kurtulamamıştım. Omzuma bir elin dokunduğunu hissettim, bu el sarayın en büyük temsilcisi olan Fahruddin Râzi’ye aitti. Keşmekeşliğimi fark etmiş olacak ki şöyle söyledi: “Evlat! Bizler burada, ilk defa karşı karşıya geldiğimiz Batı’nın suallerine cevap vermek, saldırılarına karşı İslam inançlarını savunmak ve sinesinde gedikler açılan İslam kalesini korumak gayesiyle toplandık. Batı, akıl ve mantık silahı ile saldırırken, bizler sadece ayet ve hadislere dayanarak bu savunmanın imkânsız olacağını fark ettik. Ve Allah’ın ilk yarattığı şeyi yani aklı, dinî düşünceyi savunma aracı olarak kullandık. Böylece ayet ve hadislerden müteşekkil olan İslam’ı korumak için ona akıl gömleğini giydirip, yeni bir hüviyet kazandırdık. Elbette nass padişahtır ama mühür aklın elindedir.”

Bu saraydan da ayrılma vaktimiz gelmişti. Bu son söylenen sözlerle, sırtımdaki malûmat heybesinin ağırlığını hissetmeye başlamıştım. Sahrada hakikat üstadım ile yol almaya devam ediyorduk. İleride rastladığımız gayet mütevazı bir sarayın girişinde şöyle bir levha asılı duruyordu: “Başkaları hangi yönde fetva verirlerse versinler, sen yine de fetvayı kalbinden al.” Böylece Sûfiye sarayına geldiğimizi anlıyorduk. Sûfiye sarayının temelleri hicrî ilk iki asır içinde Câfer-i Sadık, İbrâhim b. Edhem, Fudayl b. İyâz, Şakîk-ı Belhî gibi zâhid hayatı yaşayan kimseler tarafından atılmıştı. Bizi Marûf-i Kerhî karşıladı. İbn-i Arabi’nin, Gazâlî’nin, Bayezid Bistamî’nin bulunduğu sohbet halkasına davet etti. Söze şöyle başladılar: “Tasavvuf, özü itibarıyla sırrîdir. Bu bakımdan Allah ile kul arasındaki bir gizemdir. Bu hususiyetle, tasavvuf bir gönül işidir. Bunun içinde keşf ve ilhama ihtiyacımız vardır. Sûfî, muallimi Allah olan kişidir. Tassavuf eddebenî rabbî nev’inden olup kîl ü kal ile uğraşmaz. Babalarından nakledilenleri yaşamayı tercih ederler. Sûfîlik ve dindarlık dilin ötesindedir. Bizlere göre akıl Mustafa’nın (s.a.v.) önünde kurban edilmek için verilmiştir. Kelamcılara gelince, Kelamın ilmî ve dinî değeri sıfırdır. İlahi hakikatler ve varlığın sırrı, akılla kavranamayacak kadar ince ve gizlidir.” 

Sohbet bittikten sonra sarayı temaşa ederken hocamın yanına yanaşarak: “Bu işe akıl sır erdiremiyorum, Sûfîler ve Kelamcılar arasında apaçık bir gerginlik görüyorum, bunun hikmeti nedir?” diye sorunca, şöyle yanıtladı: “Evlat, dünyanın hiçbir yerinde rasyonalistler mistiklerden hoşlanmamışlardır. Bizler Aristo ve Eflatun arasındaki ihtilafı, Fahruddin Râzi ile İbn-i Arabî arasında da görüyoruz.  Tarih tekerrür vazifesini yerine getirmiş ve daima getirecektir.”

Bu saraydan da malumat heybemizi doldurduktan sonra, ilerde yapı olarak Kelâmiye sarayına benzeyen ama diğer saraylardan oldukça farklı ve onlardan uzakta duran bir saraya geldik. Saraya girerken İbn-i Arabî’nin Sûfiye sarayından şu sesini duyuyorum: “Hikmeti kim sevmez ki.” Felsefe sarayına geldiğimizi, giriş kısmında Halife Me’mun tarafından inşa edilen Dâru’l-Hikme’den anlıyoruz. Bizi, Arapların filozofu nâmı ile tanınan Kindî karşıladı. Ona bu sarayın diğer saraylardan farkını sorduğumda: “Burada dinî bilgilerin doğruluğu aklî kıstaslarla bilinir” dedi. Bizi, Muallim-i Sânî olarak tanıdığımız Farâbi ile tanıştırmak için sarayın Meşşâi kısmına götürdü. ‘Yürüyenler’ anlamına gelen Meşşâi ismine bir anlam verememiştim; ta ki Farâbi, İbn-i Sina, İbn-i Tufeyl ve İbn-i Rüşd’ün orada hiç durmadan yürüdüklerini görene kadar. Yerde birtakım ayak izlerine rastladım. Bu izler Aristo ve Plotan’a ait izlerdi. Bir yandan yürüyorlar bir yandan da şu sözleri sarf ediyorlardı:” Felsefe ile şeriat öz kardeşlerdir. Yaratılışları, var oluşları özleri itibarıyla birbirini severler. Birbirini seven bu iki kardeşin arasına fitne ve fesat sokarak yekdiğerine düşman hâle getirenler, her ikisine de kötülük yapmış olurlar.” Sarayda Yunan motifleri ilk dikkat çeken şeylerdendi. Yer yer İslamî esintileri görsek de Yunan mimarisi kendini belli ediyordu.

Felsefe sarayındaki kısa gezintiden sonra yolculuğumuzun sonuna geldiğimizi hissediyordum. Bu fikir seyahati bizi yormuş ve karnımız acıktığı gibi dimağımız da acıkmış ve hakikate susamıştı. Hakikat arayışındaki kılavuzum ise: “Hadi bakalım, şu ağırlaşan heybeyi getir de bakalım neler var.” dedi. Dört saraydan elde ettiğimiz malumatla ağırlaşan heybeden üç şey çıktı: Nakil, akıl ve ilham…

Acıkan ve sabırsızlanan dimağı ne ile beslemeliydim. Zihnimin âlûdeliği münteha seviyesine yükselmişti. Elimdeki malûmatlar yığını ile zihnim müşevveşlik bataklığına batıyordu. Hocam elimden tutup çekti.

“Ey tâlib-i hakikat! Unutma ki “Her zümrenin benimsediği kanaatle başı hoştur.” (Rum 32)    İslam kalesinde herkesin sulh içinde yaşaması şarttır. “Herhangi bir şeyin var olması için üç boyuta ihtiyaç vardır: En, boy, derinlik. Nass, akıl ve keşf İslam düşüncesinin boyutlarıdır. Bunlar var olmadan İslam düşüncesi mevcut olamaz. İslam düşüncesi için nass ve nakil, bir insandaki hafıza; akıl ve istidlal, muhakeme; ilham ve sezgi, his gibidir. Hafıza olmadan düşünmenin, muhakeme olmadan hafızanın bir önemi yoktur. Bu yollardan birini benimseyip diğer iki yolu tenkit edebilirsin. Ama ret ve inkâr edemezsin. Ey tâlib-i hak! Unutma ki mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit; “Mesleğim haktır veya daha güzeldir.” demeye hakkın var. Fakat “Yalnız hak benim mesleğimdir.” demeye hakkın yoktur.

“Ey hakikat sevdalısı! Bu tenezzüh ettiğimiz yer İslam diyarıdır. Burada herkesin saadet içinde yaşaması için metruk mirasımız olan hoşgörüye sımsıkı sarılmalıyız. Hepiniz topluca sımsıkı Allah’ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın.” ilahi hitabına kulağımızı tıkayıp kör taklidi yapıyoruz. Bölünüyoruz, parçalanıyoruz, tefrika girdabının içine doğru sürüklenirken birbirimizi yok ediyoruz.

“Ey muhakkik! Söylenen bütün her şey, gidilen bütün yollar, düşünülen her şey İslam’ın sahip olduğu zenginliktir. Kimsenin düşüncesinin önüne set çekemezsin. Müslümanlar düşünmekle mükellef kılınmışlardır. Nasıl ki insanların ağzı torba olmadığı için onları büzemiyorsun, zihinler de torba değildir ki büzesin. Fikirlere zincir vuramazsın.

“Ey tâlip! Düşünceyi devşirmek, fikir damıtmak, zihinleri diriltmek artık senin vazifendir.”

Bu diyardan ayrılırken büyük İslam kalesini geride bırakmış oluyordum. Ne kadar uzaklaşırsam da kalenin üzerindeki yazıyı görebiliyordum. Büyük harflerle şöyle yazıyordu: “EY MÜSLÜMANLAR! TEFRİKAYA DÜŞMEYİNİZ.”

Velhâsıl, sözün özü, özün de sözü İbn-i Arabi’nin şu vecizesidir: “Allah’ım! Bize eşyayı olduğu gibi göster.”

Seyr-i fikrimiz burada son bulurken Süleyman Uludağ’ın ‘İslam Düşüncesinin Yapısı’ adlı başyapıtını da hitâma erdirmiş bulunuyoruz.

 

Ümmehan Aydoğan

BUÜ İlahiyat Fakültesi Mezunu

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here