I.
Konu: İnsanı Anlamak
Konuşmacılar: Sinan Canan ve Dücane Cündioğlu
https://www.youtube.com/watch?v=J8KtJMHiEgs [Erişim: 27. 05.2020]
Din-Bilim Açısından İnsanı Anlamak (Sohbeti)
II.
Aşağıda, erişim linki verilen konuşmanın (sohbet), düzgün cümleler hâlinde verilmiş çözümü vardır. İkinci Bölüm’de ilgili konuşmaya yönelik bazı sorular, sorgulamalar yer almaktadır. Son yıllarda İslam ve modern düşünce ile ilgili çalışmalar hayli dikkat çekici boyuttadır. Bu da ülkemizde düşünce dünyasının gelişimi adına umut vermektedir. Metnin eleştirel düşüncemize ufak bir katkı sunması gönlümün arzusudur.
III.
Birinci Bölüm:
Konuşma Metninin Çözümlenmiş Hâli
Dücane Cündioğlu: Din -> mitos alanına düşüyor diyelim. Bilim -> tikel olayları tümel ilkeler çatısı altına toplama çabasıdır ve hadiseleri belli dizgelere göre açıklar. Bilim, meselelerin ‘nasıl’ı ile ilgilenir. Hadiselerin fail ve gaye nedeni ile ilgilenmez. (Aristocu dört neden ilkesi). Din ise hadiselerin faili ve gayesine yönelik olanları açıklar. Hadiselerin ‘nasıl’ını açıklamaz. (Dinin işi bu değildir, yeteneği de buna izin vermez). ‘Yağmur yağıyor (bilim)’, ‘Rahmet yağıyor (din)’. Bunlar farklı ifade biçimleridir içerik olarak. Din ve bilim ikiye ayrılır. Buna İbn Rüşd, te’vil bahsinde kibarca değindi.
Kutsal kitaba göre Tanrı, göktedir. İbn Rüşd, Allah ile ilgili te’villere ‘karışmayalım’ diyerek bunu açıklama konusuna karşı çıktı. Çünkü Kur’an’da Allah, insan motifli olarak anlatılır.
Sinan Canan: Bilim açıklar, din anlam önerir. Bir hikaye önerir, ki böylece olup bitenler amaçlılığa oturur.
Cündioğlu: Yoktan yaratma, saçmadır! Bu ancak sokaktaki insanın kabul edebileceği bir şeydir. Muhayyilesi ile düşünür onlar. Bu imgesel düzeyde bir açıklamadır. Meseleyi usa vurduğumuzda ‘zaman’ konusunda karşımıza sorun çıkar. Halk, sağduyu ile hareket eder. Us ise onu boşa çıkarır.
Canan: Ben, insanın bu dünyadaki yaratılışı bahsinde Darwinyen bir açıklamayı benimsiyorum. Bunun için batıdaki doğa müzelerini gezmek yeterlidir.
Cündioğlu: Otoriteye dayalı işleyen bir zekâ ile baş edilemez. Bu noktada sufiler, hikâyeye başvurur ve imgesel olarak meseleyi anlatırdı. Fârâbî, mesela, İhsâul-ulûm’da akıl yürütme biçimlerini, mantığı irdeler. Bu işi ilk ele alanlardan biridir. Düşünce adamının işi, halk muhayyilesinde yer alan bu imgesel düşünceleri boşa çıkarmak olmamalı. Bunlar iknaî önermelerdir ve çürütülemez. Genellemedir, genel kanılardır. Şairler dogmatiktir, çünkü duygu yönleri güçlüdür ve dilin gücünü kullanırlar. Dün nefret ettiklerine bugün tapabilirler! Bilim adamları ise bunun aksinedir. Bilim insanı duygularında sabittir, düşüncelerinde hareketlilik vardır. Demek ki, bunlar tam tersi bir mekanizma ile duyar ve düşünür. Şiirsel sözlerin doğruluk değeri yoktur (onlarda bu, aranmaz da), bir şeyi çok arzu edilir veya nefret edilir hale getirirler. Bilimsel olarak bunlarda ‘doğruluk’ değeri aranmaz. Doğruluk değeri inşaî önermelerde değil haberî önermelerde aranır. Bunlar mantık ilminde anlatılan konulardır.
Fârâbî şiirsel sözlerin iki yerde kullanıldığını söyler. Birinin düşünme kabiliyeti zayıf ise ona bir şeyi hızlıca öğretmek için kullanılır. Kişide düşünme kabiliyeti vardır ancak onu nasıl kullanacağını bilemez. Şiir aracılığı ile ona yardım edersiniz. Şiir, ideolojik bakış için bir aparattır. Şiirde us ve tecrübe (deneyim) aranmaz. İnsan, karşı tarafı ikna etmek isterse, kendi yaşantısından örnek verir. Deneyim, gençler için anlam ifade etmez. Gençlere, politika dersi yerine matematik öğretilmeli. Çünkü onlarda deneyim olmadığı için anlayamazlar. Tecrübenin anlatımı pek de etkili değildir. Dindeki bazı ayetlere, bazı âlimlerin verdiği anlamı dikkate alarak yola çıkarsanız bataklığa varır yolunuz. Bir kelimenin onlarca anlamı var ve yüzlerce yorum var.
Bilim bir şeye ‘anlam’ veremez. O sadece ‘açıklar’. Bir olguyu kendi tekilliği içinde doğrusal çizgide tümevarımsal olarak açıklamaya çalışır. Burada bir ‘terâküm/birikim’ vardır. Yoksa tam bir tümevarım yoktur. Bilim, bilincin tarihidir, kavramlar tarihidir. Bu açıdan felsefe, bilim ve dinden ayrıdır.
Felsefe başlangıçta din ve bilimle iç içe idi. Doğadan uzaklaştıkça felsefe, dine dönüşür. Doğaya döndükçe bilime yaklaşır.
Bilimi us/akıl olarak, dini ise muhayyile (imgesel açıklama) olarak görüyorum.
Felsefe, doğayı açıklama itibarıyla bilime dayanır ve bilimdir. Filozof, onları bir bütünlüğe kavuşturmak ister. Bilimin açıklamalarını anlamlandırmak ister. Filozof, aklın bulgularını, muhayyileden yardım alarak anlamlandırmaya çalışır ve bütünlüğü yakalamak ister.
Bir insanın, bir düşünürü (veya bir kişiyi) anlaması için onu sevmesi lazımdır. İnsan, hoşlanmadığı kişinin düşüncesinde açık arama refleksi içinde olur. Dindar bilinç hastalanmaya yatkındır. Çünkü bilimin sert bulguları ile karşılaştıklarında hayal kırıklığı ortaya çıkar. (Dindar bilincin temsilcilerin birçoğu hastadır !). İdeolojik zihinleri bekleyen en büyük tehlike, hakikati anlama noktasında, onların bu yeteneklerini terk etmelerini isterler.
Bilimle dini uzlaştırmaya çalışmanın iki gerekçesi var: Ya bilgi zayıflığı, zekâ yetersizliği (mevzuyu kavrayamamak). Çünkü birbirine benzemeyen iki kutup var (din ve bilim). Ya da ahlaksız olmanız gerekir. Siz de anlattıklarınızın palavra olduğunu bilirsiniz, lakin müşterisi çok olduğu için bunu pazarlarsınız. Bunun ülkemizde ve batı ülkelerinde müşterisi çoktur. Onun için bir insan din ve bilimi aynı anda kuşatamaz. Çok zordur.
Canan: Aydınlatma ve ısıtma motifi hoşuma gidiyor.
Cündioğlu: Bizde irfan kültürü var. Ariflik, cesurca kendi yarana basabilmektir. Her ne kadar narsistlik bir telafi mekanizması olsa da. ‘Dindar/ideolojik ahlaksızlık’ vardır. İnsan, yaptığı ahlaksızlığın farkındadır. Dindar bilinç ise bunun farkına varamaz. Büyük idealler uğruna yediği herzelerden vazgeçemez! Özellikle dindar bilinçte bunu görmek mümkündür.
Özbilinç aslında bütün bunların farkındadır. Ancak dindar bilinç bunu pek başaramaz bana göre. Şu halde asıl bakılması gereken şey, yöntemin gözden geçirilmesidir. ‘Rahmet/bereket yağıyor’ ifadesini kullanmanız için çiftçi olmanız lazım. Taksim’de ‘yağmur yağar’. Bir memur, yağmuru, rahmet nedeni olarak görmez. ‘Bilim adamı’ (insanı) demek bile eski inançlarla/kabullerle ilgilidir. Bunlar ‘çağın ruhu’ ile ilgilidir. Şu halde din ile bilim arasında yanlış yöntem kullanılırsa işler sarpa sarar.
Anlam vermek bir bilinmezi bilinir hale getirmektir. Bu durum bilim için böyledir. Ancak din böyle değil. Bilimin yenisi, dinin eskisi önemlidir. Din, anlam bahsinde bize dayanak [teselli/yâr] olur. Düşünce alanında ise yük [bâr] olur. Burada kimileri, bilimle meşgul ise eğer, din açısından kendinde tutabildiği kadarını tutmak ister. Hâlbuki din, insana toplumda bir dayanak sağlar. Bu açıdan kişi, kişisel olarak dini anlayabilir ancak bunun toplumda karşılığı olmaz.
Canan: Muhayyileye dayalı din ile öteye/öteki dünyaya gittiğimde nasıl olacak? Yani hangi dinde isem ona göre yargılanmam konusu biraz sorunlu gibi. (Kişi, Sünni-Şii kavgasında Hristiyan olduğunu söyleyince kurtulur hikâyesi). Benim açı Murat Menteş’in bana söylediği bir söz var: Bilgi ile hayal gücü (muhayyile) arasındaki açığı nasıl kapatacağız? Sicim kuramı muhayyileden hareketle deneylere dökülmüş sanatsal şeyler aslında. Bunu yaparken dini inançla karşıma çıkılırsa nasıl konuşacağım bunu bilemiyorum. Yöntemde bir çıkmaz var, görüyorum. Benim biyolojik perspektiften gördüğüm aslında bizler primat ailesinden bir canlıyız. İnsan ayağa kalkıp beyni büyüdükten sonra onun soyut düşüncesi gelişmiştir. Biyolojik evrimle birlikte zihinsel ve kültürel boyuta geçmiş. Bunlar nirvana, insan-ı kâmil gibi kavramlar ile örtüşür mü?
Cündioğlu: Bizdeki din adamları (özellikle ilahiyatçı bilinç) doğadan uzak düştüğü için tarihsel birikimle yetinmek zorunda kalıyor. Bu da onların ortaya koyduğu tezlerin deneyimden uzak düşmesini beraberinde getiriyor. Çünkü tezlerini tecrübe edemiyorlar. Bu da gerçeklikten kaçınmak şeklinde kendini gösterir. Düzgün düşünemiyorlar. Bunlar gerçekten iyi, gayretli, dil bilen insanlar. Lakin ülkenin düşüncel birikimine katkı sağlayamıyorlar. Çünkü tecrübelerini sınayamıyorlar. Bilim adamları da felsefe bilmiyor. Düşünme, bilim adamının yapabileceği bir şey değil gerçekte. Bu durum bilim felsefesi çerçevesinde konuşulabilir. Heisenberg ile Wittgenstein’i mukayese yapsak ne görünür? Belki bir zavallı belki bir dev. Yöntemsel fark ile ilgili bunlar.
Cündioğlu: ‘İnsan nedir’ ile ‘insanı anlamak üzerine’ cümleleri farklılık arzeder.
Canan: İnsan, tabii süreçlerin bir neticesi olan fakat gayri tabii çıktılara ayna ve aracı olan bir varlıktır. Onun kendini bilme, kendini dönüştürme gibi özelliği var. Her bir canlı kendindeki ekipmanları kullanmak zorunda. İnsan biraz farklı. Kendine verilenleri hiç kullanmadan da hayatını yaşayabiliyor. Bazıları farklı. Bu açıdan insan, biraz da gayri tabii yönü olan canlı. İnsanın yaklaşık üç milyon yıldır büyüyen bir beyni var. Beyin, bedendeki yakıtın dörtte birini tüketiyor. Bu beyinle insan medenileşme yoluna girmiş. Burada bir bilgi birikimi var. Bunlar içinde masallar, dinler, bilim vb. var. İnsan üç yüz bin yıldır burada. Adem kıssası ise yaklaşık on bin yıllık tarihi konu ediniyor. Bu anlatılar uydurma mı, boş mu, insan sadece biyolojik varlık mı? İnsanın salt biyolojik varlık olduğunu merak ediyorum. Canlılığın ne olduğunu tam bilmiyoruz. Bu konuda açıklayıcı olan bilim çok zayıf kalıyor. Ben en basit canlıyı bile tam kavrayamıyorken insanı nasıl anlayacağım? Burada iki anlatı var: Birincisi, insan sadece biyolojik bir varlıktır. İkincisi ise insanın bu biyolojik varlık olmanın ötesinde farklı bir anlamı var diyen anlatı (din). Bana göre insan, biyolojik varlık ötesinde bir canlıdır. Çünkü biyoloji bir bilim dalının adıdır ve insanı bir bütün olarak açıklayamıyor yapı itibarıyla.
Cündioğlu: Düşünmek, kelimelere şifa vermektir. Size bir soru: Ruh hakkında ne düşünüyorsunuz? Eski anlatılarda insan hep dikotomi yöntemi ile ele alınmıştır. Birincisi beden (fizik), ikincisi ruh (psych)/nefs (nefes, soluk, ruh, anima vb.). İslam düşüncesinde (Sünni-Şii hepsinde) ruhun ölümsüzlüğü kabul edilmiştir. (“Kuli’r-Rûhu min emri Rabbî, ayeti) [İsra Suresi, 85]. Bizim bu, vahiy meleği ruh ile ilgili bir bilgimiz fazla yok. Ayet böyle diyor. (Soru: Aslında bugün bizim normal ruh ile ilgili bilgimiz çok mu sanki). ‘Can-lı’, ‘diri’ farklı kavramlardır. Hayvan-hayat sahibi demektir (Arapça’da). Ruh kelimesi diğer dinlerin de epey başını ağrıtmıştır. (Kelimetullah-> Hz. İsa). Ruh için anatomi, uzuvlar üzerine konuşulabilir. (Tıbbi bir terim. Ancak kutsal kitaplarda felsefedeki püsihe’nin [psych] anlamını kazanmış). İslam felsefesinde nefsin ölümsüzlüğü, halk arasında ruhun ölümsüzlüğü diye geçen kelime ruh kabul edilir galat olarak. Soul, anima, vb. Şu halde insanın iki özü var: Beden ve ruh. İslam felsefecileri ahirette bedenen dirilmeye inanmazlar.
Felsefe sürekli karanlık alanları bilmek isteğinde bulunur. Onun için tanrı tartışmalarına burada gerek yok. İnsan nedir? Birileri insanı sadece ‘beden’ olarak görebilir. Ya da birileri ruhu bedenin yanına koyabilir.
Canan: Maddi özelliklerin dışına çıkmamızı gerektiren pek çok husus var, canlılık konusunda. Bu noktada bedenin biçim oluşumu bizim için önemli. Diyelim parmakların gelişiminde durumun şu noktaya gelip niçin durduğunu bilmiyoruz. Aynı şey diğer varlıklar/canlılar için de bilinmiyor. Morfo genetik alanlar konusu var. Canlı ve cansız olan varlıklara şekil veren alanlar vardır. Bunlar radyo manyetik alanlar. Doğanın hafızası olarak iş gören bu yapı bütün varlıklara şekil verir. Fraktal geometri ile ilgilenirken şununla karşılaştım: Bizler aslında çok boyutlu bir uzaydayız. Lakin biz burada üç boyutu ve zaman boyutu ile birlikte dört boyutu anlıyoruz. Bu çok boyutlu yapı içinde bu varlıklara şekil veren şeyin ne olduğunu henüz tam anlamıyoruz, çünkü karmaşık. Morfik alan, tabiatın belleğidir.
Ruh diye bir kavram var. Gözleme konu olmayıp nakil ile [naklî bilgi ile] kabul edilen bir şey var. Bugün morfo genetik alan diye bir şey olmalı diyor bilim. Bunun paranormal kısımları, öngörülere dayalı tarafları var. Ben ruhun ne olduğunu bilmiyorum ama maddeyi aşan bir tarafı olduğuna fiziken eminim. Biz bugün bilimsel olarak bu içinde bulunduğumuz maddi yapının görünmeyene nisbetle çok az olduğunu biliyoruz.
Cündioğlu: Her şey ruhlarla doludur sözü Thales’e atfedilir. Bunu Herakleitos’un söylediği de ifade edilir. Her şey daimonlarla/meleklerle dolu. Homeros ise daimonu tanrı anlamında kullanılır. Bu kelime mutluluk anlamına da gelir. Bizde ‘ruhul-mâ’ –su ruhu, cinnül-mâ – su cinni gibi ibareler vardır. İnsan ile ilgili en eski bilgi, İsa’nın da Allah’ın ruhu olduğunu varsayıyorum, şudur ki, bütün mezhepler ruhu kabul ederler.
Canan: Ben biri orada biri şurada ikili bir insan varlığı taksimine inanmam.
Cündioğlu: İki bin üç bin yıldır ahlak ve diğer birçok şey, insanın bu ikili yönünden hareketle ortaya konulmuş. Yirminci yüzyıl insanı ruhtan kaçıyor. Psikoloji diyorlar, bu kelimede hem püsihe hem lojik var. Demek ki, püsiheyi kabul ediyor ki onun bilimini yapıyor. Teoloji de böyle. Dindar bilinç konunun kendisini konuşmak istemediğinde bilimin henüz yanıt veremediği alanları vurgulayarak mistifikasyona kaçıyor. Dindarlar arasında bilimle ilgilenenlerin başına olumsuz haller geldiğinde sevinenler var, maalesef.
Canan: Bazı durumlarda sezgi de vardır ve bilimde önemlidir. Bunu nereye koyabiliriz?
Cündioğlu: Buna, görü de derler. Arapçada hads derler. ‘Evraka evraka!’ mesela bir sezgidir. Felsefede bu, duyumsama anlamındadır. Aslı itibarıyla duyumdur. Aristoteles’in İkinci Analitikler’inde bir cümle olup bunu bizimkiler köpürtmüştür! Fikr-i ânî derler. Düşünmek, kıyas yapmaktır. Bunun için öncüllerden sonuca gidilir. Hads’in dini yönü vardır. Varidât, sünuhât, fütuhât, ilham, vahiy gibi içe doğma hali var. Mantıkta ise orta terime ulaşmak esastır. Matematikçilerde ise en belirgin şekilde görülür sezgi. Herkesin sezgisi farklıdır. Bunu zihnin işlemi olarak konuşabiliriz. İslam dünyasında bu, sufilerce kullanılır. Mistifikasyon aracıdır. Ancak buradan fazla ekmek çıkmaz (!).
İnsanın ruh ve bedenden oluşan varlık olduğu asırlardır bir kabuldür. Burada sorun, dinin tarihsel arşivi, dinin argümanı hakkında ne diyor olduğudur. Bugün ise bu durum devreden çıkmış haldedir. Nöro-fizyolojide ruh falan aranmaz. Bunun etik açıdan getirdiği meseleler var. Bugün yapılan bir ankete göre, hamile kadınlara şu sorulmuş: Çocuğunuz fizyolojik olarak sakat doğacak olsa doğurur musunuz? Yüzde yetmişi doğururum, diyor. Peki, zihinsel özürlü olsa diye sorulunca yüzde yetmiş beşi doğurmayız diyor. Sezginin güdüsel yanı işte annelerde görülür. Yeniçağda ruh, çağının yerini mans (?) aldı. Bugün İngilizcede zihin felsefesi falan bir tür psikolojidir. Zihin uslamlama yapan ruhtur. Ben bilinç kelimesini seçiyorum. Ben insanı bilinç varlığı olarak tanımlıyorum. Ben insanın zihni var diyebilirim. Bu durum modern toplum açısından hukuk, ahlak, siyaset vb. açılardan önemli. İnsanı diğer canlılardan farklı kılan şey eskiden ruh idi. Üçe ayrılırdı, bitki-hayvan-insan ruhu. Tıbbın ve felsefenin vazgeçemediği zemin işte budur. Dirilen nedir, beden mi, ruh mu? Ahiret inancı ile ilgili problemler de burada. Bitki nefsi, beslenme-büyüme-üreme diye üçe ayrılırdı. Yaşam bu idi. Hayvanlar, duyuları olan ve istençle hareket eden varlık biçimi olarak ortaya çıkar. Buna aklı ilave ettiğimizde insan ortaya çıkar. İşte ölümsüz nefs, nefsin akıllı kısmı idi. Öteki dünyada beslenme-büyüme-üreme falan olmayacaktı dinlere göre. Sadece us vardı. Platona göre nefs, Aristoteles’e göre us ölümsüz. Bedeni hep küçümseme vardır.
Modern düşünce, insanın evrende merkezde olma halini yıkan yapıdır. Din ile bilim arasında hareket eden bilincin, din adına koruduğu arşiv acaba onun için bir aydınlık mıdır? Din ile bilim arasındaki çelişki genelde düşünsel sorun değildir, psikolojik bir sorundur. Dede-torun arasında dini duygu atmosferi gibi. İnanç bir düşünce olarak masaya geldiğinde bir sarkıt gibi çıtır çıtır kırılır. İnancın, düşüncenin sınamasına dayanması çok zordur. İnanç kendi doğası gereği hep belli bir karanlıkta var olur. Isıtma öğesi küçümseniyor ki, bu doğru değil. Bilim aydınlatır, din ısıtır derken dinin zihinsel bir açıklık kazandırma yeteneğinden uzak olduğunu söylüyorum.
İnsanın anlamı nedir? Bir şeyin anlamından söz edilirken amacından da söz edilmiş olur. Dindar bilinç öncelikle amacı konu edinir. Diyelim deprem, tsunami gibi hallerde dindar bilinç hemen amaç etrafında suçluyu arar. Hâlbuki teleoloji, Kant tarafından ta ne zaman çözüldü. Bilim adamının şu görevi var: Doğadaki işleyişin bilinçli bir özne tarafından işlemesini bilim bulabilir mi? İnsanın trajedisi, nereden gelip nereye gittiğini bilememek değil bunun sonucunu kabul edememesidir.
Modern çağda zihin üzerinden insanın bir ayrıcalığı olarak görülen ve ilahi görülen ussal yanının ona böyle bir ayrıcalığı kazandırıp kazandırması sorusu var… Marksistler böyle bir ayrıcalığı vermezler. Düşünme yeteneğini önemsemezler, eli önemserler. Çünkü insan, neticede çevresi ile birlikte düşünür.
Bilinçli bir öznenin hikmetli evrende düzenliliği amaçlaması. Aporya iki şeyi yok ediyor: Modern bilim rastlantıyı esas alıyor. Evrimde, rastlantı kurucu bir ögedir. Kuantum da böyle. Evrende bir düzenlilik vardır şeklindeki akıl yürütme artık çocuksu bir akıl yürütmedir. İsbat-ı Vacip denilen şey. Hegel’de de böyle, (sorunlu), evren bir kaos mu kozmos mudur? İnanç bagajı, niçin bazı sorunlara yol açıyor? İnançta belli bir amaçlılık ve düzeni var saymak söz konusu. Bilimsel açıdan bunlar geride kaldı. Kozmos kelimesi Pisagor’un tabiridir. Bugün ise bunlar çocukçadır. Bu durum doğal ve toplumsal olgularda böyledir. Risk analizi denilen şey bir rastlantı analizidir.
İnsan aslı itibarıyla irrasyonel bir canlıdır. Rasyonalite bir idealdir. Adam Smith’in piyasa ile ilgili kârın maksimizasyonu denilen şey var. Satan herkes en pahalıya, almaya çalışan ise en ucuza almak ister. Buna müdahale edilmemeli. İnsan bencildir. Smith bunda rasyoneldir. Kapitalizmin, liberalizmin temelinde böyle bir düzenlilik var sayılır. Bütün kurumların temelinde rasyonalleşme vardır. Yani irrasyoneliteden nefret vardır. Düzen bozucu şeyler istenilmez.
Ancak insanlar öyle bir yere doğru yol alıyor ki, bu sahip olduğumuz sağduyu, standart malumatlarla bu gidişi açıklayamaz. Cinsel özgürlükler konusunda, lgbt falan bizde sorun oldu. Sağduyuya göre bir erkek bir de kadın vardı. Bu yapı modern toplumu analiz edebilir mi? Eşcinselliği sapıklık olarak görürler. Açıklayamıyor. Bilim adamı ise bu durumda ne yapacak? Gelenekten alınan kabuller ne olup bittiğini perdeliyorsa sorundur. Ben bu bagajın, toplumu, evreni, insanı açıklama konusunda el feneri gibi önümü aydınlatacağını düşünerek çalıştım. Hakikat, tahammülü zor bir şeydir. Elinizde tuttuğunuz fener, önünüzü karartabilir.
Canan: Aziz Augustinus’un sözü; iman görünmeyenedir, ödülü ise görünmeyeni görmektir.
Cündioğlu: Ben ise Hz. Ali gibi söylerim; Görmediğime inanmam.
İkinci Bölüm:
‘İnsanı Anlamak’ Metnine Yönelik Sorular
‘Din, mitoslar kısmına denk düşer’ cümlesi dikkat çekicidir. Hangi mitos? Eski Yunan’ın mı, Afrika’nın, eski Türk mitosları mı? Eski Arap ustûreleri mi? Mitostan kastedilen nedir? Bu bakış açısında kategorik olarak bilim karşısında dini karşı kutba yerleştirme mi vardır, niçin?
Anlayabildiğim kadarıyla İbn Rüşd’ün “te’vil” bahsi, dinin gayb âlemine dair ortaya koyduğu hususları bilimin konusu yapmama tavrıyla ilgilidir. Bunlar, Allah-nübüvvet-ahiret bahisleridir. Çünkü, diyor İbn Rüşd, bu bahiste insan aklı, ‘imkan’dan öteye geçemez. (Kesin kanıtlı bilgiye ulaşamaz). Gerçekte bilim, bu alanlarda net bir cevap veremez bize, diyor. Aristoteles’i kendi döneminde en iyi bilen biridir İbn Rüşd (Büyük Şarih/Yorumcu/filozof). Dolayısıyla Aristocu akıl yürütme yöntemini de en ileri seviyede bilen bir hekim (saray hekimi)-hâkim (Kurtuba başkadısı)-hakîm (hikmet adamı/filozof) konumunda idi. Bana kalırsa onun bu teklifi bugün de yeniden irdelenmeyi hak eden bir yaklaşımdır. Çünkü gerek felsefe gerek din alanında tanrı ile ilgili hemen birçok tartışma, Tanrı’nın sıfatları üzerinden olagelmiştir. Mezheplerin (ekoller) ortaya çıkışının en başta gelen sebebi de budur. İslam düşüncesinde ‘yaratma/yaratılış’ ile ilgili hudûs (yoktan yaratılış/kelam), sudûr (taşma teorisi/Meşşai felsefe), zuhûr’un (Allah’ın tecellisi/vahdet-i vücutçu tasavvuf) düşünce dünyasında ortaya çıkış sebebi de sıfatlar üzerine farklı bakış açıları/yorumlardır. Bu durum diğer dinler, felsefe ekolleri için de geçerlidir. Tanrı’nın, İslam kutsal metinlerinde ‘yukarıda’ bir varlık olarak telakki edildiği şeklindeki bir düşünce, neticede bir yorumdur. Çünkü bu konuda Mücessime, Müşebbihe, Mutezile, Eş’ariye gibi mezhepler ortaya çıkmıştır ve neticede hepsi de bir takım argümanlardan hareketle delillendirmelere gitmişlerdir. Bu noktada dikkate alınması gereken husus, hangisinin delillerinin daha kuşatıcı ve aklı tatmin edici oluşudur. Başka bir ifade ile insanın soru/n/larına daha makûl cevap verebilir olduğudur.
Bu açıdan ‘yoktan yaratma’ yaklaşımına ‘saçma’ kelimesini kullanmak, bir ilim adamı için doğru değildir. Çünkü yoktan yaratılış yaklaşımını kabul edenlerin de kendi mantık dizgesine göre temellendirmeleri vardır. Bunu, sokaktaki insanın, muhayyilesi ile imgesel düzeyde düşünenlerin düşüncesi olarak görmek, tek yanlı bir bakışa işaret eder. Yoktan yaratmada en ciddi mesele, ‘zaman’ problemidir. Ancak zamanın kendisi de izafi değil mi? Kur’an’da (Meâric Suresi, 4) meleklerin Allah katına çıkması için kullanılan zaman kavramı elli bin yıldır. Yetmiş seksen yıllık bir insan ömrü bunun yanında belki iki üç dakika kalır. Fizikî olarak farklı çekim bölgelerinde zamanın farklı işlediği biliniyor artık. İslam filozofu İbn Sînâ’nın, konu ile ilgili olarak farklı varlık katmanları açısından kullandığı ‘zaman’ [kevn ü fesat/oluş bozuluş âlemi]-> ‘dehr’ [melekler/akıllar-nefsler] -> ‘sermed’ [Allah Teâlâ] şeklindeki kavramlar tam da bu konu ile ilgilidir. Dolayısıyla farklı varlık katmanlarında farklı zaman biçimlerinin olması tabiidir. Mesele, Allah’ın varlığı ve sıfatlarının işlevselliği açısından problemli görünür. Diyelim evren big bang ile [sıfır ânı (?)] ile başladı. Şu halde Allah, daha öncesinde yaratmıyor muydu? Onun sıfatları âtıl/devre dışı mıydı? Eğer sıfatları falan ‘ân’da işlevsel hale geldi ise bu durumda O’nun sıfatlarında bir değişim mi var oldu? Tanrı’da değişim olur mu? O da oluş bozuluşa mı tabidir gibi bir takım sorular kendini gösterir. Ancak sorun, yine İbn Rüşd’ün işaret ettiği üzere ‘şahidin gaibe kıyası’ (Görünenler üzerinden görünmeyeni kıyas yapmak) bağlamında kendi içinde bir problem alanına dönüşür. Onun için İbn Rüşd, bu meselenin (rasyonel) akıl ile pek de çözülebilir olmadığını açıklamıştır te’vil teorisinde. Anlayabildiğim kadarıyla İslam düşüncesinde yoktan yaratılış [kelamcılar] teorisi yanında vahdet-i vücut [İbn Arabî/sufiler], sudûr [Fârâbî, İbn Sînâ/Meşşaî sudûrcu filozoflar] ve sürekli yaratma [İbn Rüşd] teorilerin ortaya çıkış gerekçesi budur.
Halkın sağduyu ile hareket ettiği, usun (aklın) bunu boşa çıkardığı yaklaşımından hareketle halk, inanır (sağduyu); akıl ise bunu boşa yanlışlar mı denilmek isteniyor? Bu cümle biraz karışık gibi geldi bana. Halkın (avâm) sağduyusu, aklî bir düşünce değildir ve ilmî açıdan kabul edilemez mi denilmek isteniyor? (Tam anlayamadım. Ancak bu manada ise yine de tartışmaya açıktır. Çünkü gündelik hayatta tecrübî bilgi, güvenilir bilgilerden sayılır).
Darwinyen bir yaratılış biçimini kabul etmek, neticede bir tercih meselesidir. Böyle bir kabul, muhtemelen daha açıklayıcı (aklı daha tatmin edici) olması ile ilgilidir. İslam düşüncesinin önemli isimlerinden olan Mevlana’da bu konu ele alınmıştır. İbn Miskeveyh’te ve Kınalızâde’de belli ölçüde değinilir. [Bkz. Mehmet Bayrakdar, İslam’da Evrimci Yaratılış Teorisi]. Kur’an’da, insanın bitkiden hareketle yaratıldığını belirten ayet vardır. (Bkz. Nuh Suresi, 17). Yine insanın tabakadan tabakaya (aşamadan aşamaya) geçirildiği de belirtilir. (İnşikak, 19) [Bu ayetin, insanın uzay yolculuğuna çıkacağına işaret ettiğine yoranlar da vardır ki, ayrı bir bahistir ve tartışmaya açıktır]. Bir hadiste ise ‘Halanız hurmaya hürmet ediniz’ şeklinde bir ibareden söz edilir. Tabiat yasası olarak kabul edilirse eğer, evrimi de idare eden Allah ise, bu durum dine (İslam) niçin aykırı olarak görülür ki? İnsanın, (Adem-Havva’nın) yaratılış tarihinin on onbeş bin yıllık olduğu kabul gördüğü takdirde evrimin bunu yanlışladığı varsayılır. Ancak Adem-Havva, ilk insan değil de bir prototip olarak kabul edilirse ve insanın cennetten yeryüzüne indirilmesi onun bilincinin uyanışı olarak düşünülürse durum ne olur? [bkz. Muhammet İkbal’in İslami Tefekkürün Yeniden İnşası isimli kitabı bu konuda epey şeyler söyler]. İlerleyen dönemdeki bulgular, insanın uzaydan bu dünyaya gelmiş olduğunu ortaya koysa bile buradan bir dinin gereksizliği anlamına mı geçiş yapmak lazımdır? Niçin ?… Genel kabul, Adem-Havva’nın belli bir tarihte belli şekillerde yaratılmış olduğu kabulü üzerinedir. Ancak bilimsel çalışmalar gerçeklerin böyle olmadığını ispatlarsa bu durumda din [halkın sağduyusu ve muhayyilesi] boşa mı çıkmış olur?
Diğer taraftan şairlerin duygu temelli düşündükleri ve dolayısıyla onların bilgisine güven olmayacağı tezi de ayrıca düşünülebilir. Onların sevgi-nefret ilkesi üzerinden düşündükleri ve bugün ak dediklerine yarın kara dedikleri şeklindeki bir bakış açısı biraz sorunludur. Bu durumda büyük şair Mehmet Akif ve onun gibi olan Yahya Kemal’in, Ziya Gökalp’in, Geothe’nin (en azından şiir diliyle kaleme aldıkları) düşüncelerine itibar etmemeli miyiz? Bilim de mahiyet itibarıyla biraz böyle değil midir? Bilim, bir ölçüde eski bulgularını inkâr ederek yol almıyor mu? İbn Sînâ tıbbı ile bugün hasta mı tedavi ediyoruz mesela. Bilimin bulgularının belli bir kısmı da neticede arkaik tarih bilgisi olarak kalmıyor mu? Her şeyden evvel, umarım bu konuşmada insan müdrikesinin bir aşaması olarak kabul edilen muhayyile [halk, sağduyu], imgesel düşünme şeklinde takdim edilip tahfif ediliyor değildir. Bilim insanının fikirlerinin değişip duygularının sabit olduğu ifadesi sadece bir varsayımdır. Neticede insan duygu + akıl varlığıdır. İnsan, bilime dayalı düşünceleri ile duygularını terbiye edebilir (ehlileştirebilir) diyebiliriz. Aslında duygular, insanda temel olan idrak biçimidir ve ömür boyu sürer. Akıl, Ziya Gökalp’in işaret ettiği üzere, ona sonradan ilave olur. Kur’an ise, akıl yetisinin belli bir aşamada verildiğini ve yaş epey ileri aşamaya gelince eski gücünü kaybettiğini söyler. (Yasin Suresi, 68). Buna göre insanın çocukluk aşaması ile ileri seviyede yaşlılık aşaması idrak, fizyonomi, psikoloji açılarından benzerlik gösterir. Ancak duygular insanda hep vardır bir idrak mekanizması olarak. Onun için akıl karşısında duyguları ikinci plana atmak, bana pek de sağlıklı bir bakış olarak gelmiyor. Aksine, akıl, duyguları terbiye etmek açısından önemlidir. İster şair olsun ister bilim insanı olsun neticede hepsi insandır ve her birinde duygu ve akıl yetisi vardır. Bilim insanı, aklını mantıklı olarak kullanmayı daha iyi bilir denilebilir. Kategorik olarak bu ikisini karşı karşıya konumlandırıcı bir söylem, makûl görünmüyor. [İstitrat: İkbal’de, Mehmet Akif’te ve bir takım son dönem düşünürlerinde Doğu’nun duygusu ile Batı’nın bilimsel/rasyonel aklını bir araya getirme kaygısı vardır. Bu bakış açısı tartışılabilir elbette. Ancak insanı salt akıl olarak görüp o şekilde merkeze almak, eğer ki matah bir şey ise, sadece şu pandemi sürecinde batı dünyasındaki gelişmeleri ve akıl merkezli bir medeniyet olarak görülen batının ‘insan’a bakışını gözlemlemek bile ne demek istediğime bir nebze açıklık getirir sanırım. Buna yirminci yüzyıldaki iki dünya savaşını ilave etmiyorum bile]. Kur’an’ın, insanı duygu+akıl varlığı olarak dikkate almış olması bu açıdan irdelebilir. (bkz. Muhammet Suresi, 24/Akıl-Kalp).
Sayın Cündioğlu’nun, ‘Bilimi us/akıl, dini ise muhayyile (imgesel açıklama) olarak görüyorum’ şeklindeki bakışı bir ölçüde Fârâbî’nin yöntemini andırır. Kur’an ise kendini burhan (kesin kanıta dayalı bilgi)-cedel (diyalektik bilgi)-hatabe (iknaî bilgi) (bkz. Nahl Suresi, 125) şeklinde üç farklı idrak biçimi ile açıkladığını beyan eder. İbn Rüşd de bunu böyle kabul eder. Çünkü din, bütün topluma geldi ise şu halde her kesime hitap etmek durumundadır. Yoksa Fârâbî’nin kabul ettiği ve nübüvveti bilgi felsefesi açısından açıklamak için bir tez olarak ileri sürdüğü üzere dini/vahyi sadece muhayyile üzerinden ele almak pek de gerçekçi değildir. Kaldı ki, Fârâbî’nin bu yaklaşımına (bilgi felsefesine) epey eleştiri de getirilmiştir. (Bkz. Gazzâlî, el-Munkız). Ancak dini, muhayyile (imgesel düşünme) üzerinden kabul etmek, neticede bir tercih meselesidir ve saygı duyulur. Lakin bu tercih, dinin sahiden böyle bir temel üzerine inşa edildiğini ve onu bu şekilde anlamak gerektiği anlamına gelmez. Bu bakış açısı sadece çağdaş yorumlardan biridir. Felsefenin doğaya yaklaştıkça dinden uzaklaştığı ifadesi neticede bir varsayımdır. Tabiatı incelediği ölçüde daha da dindarlaşan nice insan da vardır. İslam felsefe tarihindeki filozofların birçoğu aynı zamanda tabiat bilimcidir. İbn Sînâ, bir tabip, farmakolog, dil bilimci, filozof (varlık-bilgi-değer üzerine tezleri/hatta sistemi olan) ve bir siyasetçidir. Ne zaman bir problemi çözmekte zorlansa, Allah’ın ona yardım etmesi için camiye koşup secdeye kapandığını kendisi dile getirir. (Kartezyen düşünce sonrası batıda nice filozof, tabiat incelemelerine daldıkça dinden uzaklaştı ise faturayı bir din olması haysiyetiyle İslam’a ve dindar kesime kesmek niçindir ?/ Tabiat incelemelerinde derinleşip de İslam’dan uzaklaşan kaç bilim insanı, filozof olmuştur? Bunun bir dökümü var mı elimizde? Ebu Bekir Zekeriya er-Razi gibi nübüvveti kabul etmeyen kaç filozof bilim insanı vardır İslam düşünce tarihinde? / Batıda ise bunları nicelik olarak bolca bulmak mümkündür. Özellikle Galilei sonrası dönemde).
‘Dindar bilinç, [dini sevmesi itibarıyla -?-] hastalanmaya yatkındır. Çünkü bilimin sert bulguları ile karşılaştığında hayal kırıklığı ortaya çıkar’ cümlesinin dindar kesimi tahfif etmek için olmadığını düşünmek isterim. Aynı şekilde buradan hareketle dindar bilinç ile ideolojik düşünenlerin aynı kefeye konulmamış olduğunu var sayıyorum. Aksi takdirde dindar olup da kendi döneminde çağının zirvesi olan [bkz. evhadüddin, zeynüddin, bediuzzaman, evhadüzzaman, şeyhü’r-reis, muallim-i sânî vb. nitelemeleri] nice bilim insanı olmuştur İslam düşünce tarihinde. Günümüzde bunları pek göremiyor olsak da bunun artık imkânsız olduğunu söylemek, bir tür cüretkârlık olur/du. Tarihte kendini bir kere fiilen var eden bir yapı, kendini tekrarlayabilir çünkü. Dindar bilincin hasta olduğu şeklindeki bir kabul, geçmişte sözü edilen düşünce sütunları konumundaki kişilere bir tür tahkir olarak da görülebilir. Onun için eskiler, ‘üslûb-ı beyân, aynıyla insan’ demişlerdir. Yine eğer ki, yukarıda verilen cümleyi doğru kabul edersek, bunu tersinden şu şekilde okumak da imkân dairesine girer: Dini [muhayyile, imge, iknaî bilgi, sağduyu] terk et ki, aklın başına gelsin ve bilim insanı olabilesin, felsefe yapabilesin!
Din ile bilimi uzlaştırmaya çalışmayı ya bilgi yetersizliği ya da palavra [şarlatan -?-] olarak görmek tartışmaya açıktır. Dini ısıtıcı, bilimi ışıtıcı olarak betimlemek ve bunlar arasını tamamıyla ayırmak, bana sağlıklı bir bakış açısı olarak görünmüyor. Çünkü ısıtma-ışıtma metoforu, (şimdilik) bilebildiğim kadarıyla bizde ilk önce Abdullah Cevdet (ö. 1932) tarafından dile getirilmişti. O ise bunu laik ahlakı temellendirmeye çalışan J. Maria Guyau’dan almıştır. (bkz. İctihad mecmuası). Buna göre biz şunu mu demeliyiz: Hz. Peygamber, bir din (İslam) getiren kişi olarak bizi ısıtır, aklımız ise bizi ışıtır. Şu halde bu iki unsur (vahiy-akıl), belirgin şekilde birbirinden farklıdır. Eğer ki, cümleyi böyle kurar ve bunu doğru kabul edersek, bu durumda vahyin (Kur’an) pek çok ayetinde geçen aklı kullanmakla ilgili (sanırım, yaklaşık olarak yediyüz elli yerde geçiyor), tedbir almak, ibret almak, yaratılışı –tabiatı incelemek, nazar etmek üzerine olan ifadeleri bir kenara bırakmamız lazım. Bu bakış açısı halk arasında şu şekilde belli ölçüde karşılık görmüş olabilir. Ana babanız sizi fizîken besler büyütür (ısıtmak), hocalar ise akıl itibarıyla besler/aydınlatır (ışıtmak). İyi de, anne baba, insana sadece bedeni ile ilgili bilgiler mi verir? Bir insan olması itibarıyla onun da belli bir aklî-tecrübî birikimi yok mudur, bunları çocuklarına anlatmaz-aktarmaz mı? Hz. Peygamber, sahabesine sadece ısıtma görevini mi ifa etmiştir? Eğer ki, böyle ise bunun gerçeklik değeri sorgulanmaya açık değil midir? [Benim burada asıl dikkatimi çeken husus, biz dini (İslam), modern bilimsel düşünce ve bulgulara göre mi değerlendireceğiz yoksa çağın bilimsel bulgularını, dinin verilerini de göz ardı etmeden mi anlamaya çalışacağız sorusudur. / Kimileri, öyle anlaşılıyor ki, modern bilimsel verileri merkeze alarak yorum geliştiriyor. Bu noktada bazı sorunlar söz konusudur: Batı, düşünce açısından dünyadaki tek medeniyet merkezi midir? Dünyada başka medeniyet yok mudur? Dolayısıyla başka düşünme biçimleri, anlam küreleri, yorumlar vb].
‘İnsan, yaptığı ahlaksızlığın farkındadır. Dindar bilinç bunun farkına varamaz. Büyük idealler uğruna yediği herzelerden vazgeçemez!’ cümlesi, eğer ki, bir takım ideolojik islamcıları kastediyorsa anlaşılabilir bir durumdur. Eğer ki, dindar bir insanı ve kütleyi kastediyorsa ve bunu da ideolojik bakış olarak resmediyorsa, bana göre bu yorum sıkıntılı bir bakışın ürünüdür. Çünkü bu durumda inanan kişi, inancından dolayı ideolojik kişi seviyesine indirgenmiş ve kabul ettiği inançlar ise ‘yediği herzeler’ olarak okunmuş olur ki, böylesi bir cümle nereden bakılırsa bakılsın oldukça sorunludur. Şunu anlarım: İslam’da asıl olan takvadır. Ancak niceleri takva diye yola çıkıp daha sonra işi fetvaya indirger. Bunu da hîle-i şer’iyeye dönüştürür ve iş neticede şeytanın oyuncağı olmaya varır. Eğer ki, böylesi bir bakışı eleştirmek ise mesele, eleştiri varsın olsun. Eğer ki, dindarlığı özü itibarıyla tahfif etmek ise, bu durumda dindarların da bilimselliği adeta bir din olarak tabulaştıran (scientism) zihniyeti tahfif etmesi söz konusu hale gelir. Böylesi bakış açısı ve üslup (her iki taraf için), ne ilmî açıdan ne de insanî açıdan kimseye yarar getirmez.
Ariflik (irfan) eğer ki, tavsiye edilebilir bir şey ise bu durumda aşırı boyutta rasyonaliteye vurgu niçindir? İlhamı, sezgiyi, hads’i, akıl dizgesinde anlamaya çalışmak elbette mühimdir. Ancak ariflik denilen şeyin de neticede bir varlık ve bilgi anlayışı üzerine kurulu bilgi teorisi olduğunu (hâl ilmi) Dücane Hoca çok iyi bilir kanaatindeyim. Şu halde böylesi bir yapıyı, imgeye, muhayyileye indirgeyip akıl karşısında adeta ötekileştirmeye gitmenin manası nedir? Şu denilebilir: ‘Böyle bir bakış açısı şu şu gerekçelerle kabul edilebilir değildir.’ Böyle bir tavıra herkes saygı duyar. Neticede belli argümanlar üzerine kurulan bir görüştür. Ancak bilimselliği ve rasyonaliteyi sanki tek gerçeklikmiş şeklinde sunup başka bakış açılarını ötekileştirici bir tavır ve üslup, ‘modern aklın sarhoşluğu’ olsa gerektir. [Burada akıl kavramını, belli bir zihniyetin ideolojiye bürünmüş hali olarak alıyorum].
“ ‘Rahmet/bereket yağıyor’ ifadesini kullanmanız için çiftçi olmanız lazım” ibaresi insan adına bir hadsizlik olarak geldi bana. Kur’an’da pek çok yerde, [bkz. Furkan Suresi, 48] ‘… sizler için gökten tertemiz su indirdik’ ibareleri vardır. Suyun bir rahmet (Allah’ın, kullarına şefkatinin bir yansıması) olmasını anlamak için illa da çiftçi mi olmak gerekir? Diyelim yağmur yağmasa ve kuraklık olsa İstanbul’da oturanlar ne yapacaktır? Yağmur bombası ile mi bu işin üstesinden gelirler? Ya su hiç gelmezse?! (bkz. Mülk Suresi, 30). Yağmurun asıl vereni/var edeni/sahibi kimdir? Doğa mı, Tanrı mı? Kur’an, doğada işleyen mekanizmanın asıl unsurlarının ve onların ilkelerinin (yasaları) Allah tarafından konulduğunu beyan eder. Kaldı ki, bunlar, insanın gücünü aşan hususlardır. Yok iken bir doğa yasasını, bir canlılığı, yaşamın temel unsurlarını insan, aklı ile var edebilir mi? İnanan kişi, bunun asıl vereninin Allah olduğunu dile getirirse bilim karşısında aklını kullanmamış, bilimsellikten çıkmış mı demektir? Ya da şehirde yaşayan biri, yağmur yağdığında ‘rahmet yağıyor’ dese, akla aykırı mı davranmış olur? [Bu meselede üç farklı bakış açısı vardır: Doğa olaylarını doğrudan Allah’ın eseri olarak okumak. (Gazzâlî örneğindeki gibi) / Doğa olaylarını sünnetullah-doğa yasaları çerçevesinde işlediğini düşünmek (Âmiri örneğinde olduğu gibi) / Doğa yasalarının Tanrı’dan bağımsız işlediğini düşünmek (Mutezilî Muammer örneğinde olduğu gibi]. Bugün batı kaynaklı modern veriler, doğanın tanrıdan bağımsız işlediğini ve bunun böyle olması gerektiğini varsayabilir. Bir tercih olması itibarıyla buna saygı duyulur. Ancak dikkat edilmesi gereken husus, bunun açıklama biçimlerinden sadece biri olduğudur. Buna nasıl saygı duyulur ise diğer açıklama modellerine de saygı duyulmalıdır. Onun için ötekileştirici bir üslup, ilim adamının işi değildir. Yağmur örneğinden hareketle belki şu dile getirilebilir: ‘Şehirdeki insan, yağmurun yağması ve tanrıya içten bağlılık noktasında köydeki bir çiftçi kadar olamayabilir. Bunun sebepleri ise şunlar şunlardır.’ Bu da bir açıklama biçimidir ve saygı duyulur. Ancak şehirdeki insanın bir rahmet (hayat kaynağı) olması itibarıyla suya bir çiftçi kadar ihtiyaç duymadığı ve dolayısıyla onun imgeye değil usa ihtiyacı olduğunun altını çizmez, bana pek makûl görünmüyor. Neticede doğa karşısında insanlar hemen hemen aynı ihtiyaç içinde/muhtaçlık durumundadır. Benzer şekilde Kur’an’da cennet motiflerinin Arap ‘muhayyile’sine uygun resmedildiği şeklindeki tarihselci oryantalistik bakış da aynı zihniyetin ürünü olarak görünmektedir. Hâlbuki soru şudur: Hayata ve onun temsili mahiyetindeki su ve yeşilliğe, cemâle meftûn olmayan mı vardır? Bunu illâ da Arap muhayyilesi üzerinden okumak ısrarı niçindir?
“Din, anlam bahsinde bize dayanak [teselli/yâr] olur. Düşünce alanında ise yük [bâr] olur.” cümlesi, üzerinde epey incelemeler yapmayı hak eder. Yukarıda da dile getirildiği üzere, dinin [burada İslam’ı dikkate alıyorum] düşünce (aklın işleyişi) konusunda yük olduğu hangi gerekçelerle izah edilebilir? Modern akıl açısından mı? Modern aklın karşısına bir din olarak İslam çıkmış da sözü edilen aklın akletmesine engel mi teşkil etmiştir? Dinin bir teselli kaynağı olduğu izahtan vârestedir. İnsanı toplumsal hayata katmada çok önemli olduğu da doğrudur. Eğer ki, (İslam) din(i), düşünceye engel ise bu durumda şu ayetler nereye konulabilir? Zümer Suresi’nde (21. Ayet) bize gökten su indirildiğini ve bunun yer altı kaynaklarında muhafaza edildiğini belirtir. Birileri şunu diyebilir: Bunu dile getirmek için bundan on bin yıl önce yaşamak gerekiyordu. Bundan bin dört yüzyıl önce bu durum zaten biliniyordu. Doğru, biliniyor olabilir. Ancak burada asıl dikkat çekilen husus şudur: Allah’ın, yeryüzünü, insanın yaşaması adına bu şekilde dizayn ettiği ve bunun bir nimet olarak sunulduğu meselesi. Yer altındaki su kaynakları ve kanallarının kendiliğinden oluşmadığına vurgu yapılması. Buradan hareketle su bilimine (hidroloji) bırakılır mesele. Aynı hususta Zekai Şen Hoca’nın zemzem suyu ile ilgili araştırmalarına bir de bu gözle bakılabilir mesela. Zariyât Suresi’nde (22. Ayet), göklerde de insanlar için rızık olduğuna işaret edilir. Bu durum, bundan asırlar öncesinde gökte uçan kuşlar, gökten yağan yağmur şeklinde okunabilirdi. Ancak bugün için yüz binlerce insan aynı anda gökte seyahat halindedir ve niceleri buradan rızık kazanıyordur. Artık uzay madenciliği, uzay yolculukları, başka dünyalar, galaksiler araştırma konusu oluyor bilimsel çalışmalarla. Gökyüzünün, bu dünyada yaşayanlar için korunmuş bir tavan olduğu (manyetik kuşaklar) ayeti de buraya ilave edilebilir. (bkz. Enbiya Suresi, 32). Buna benzer onlarca ayet vardır Kur’an’da. Bu tür verilerden hareketle birileri, madem öyleydi, İslam âlimleri niçin dünyayı düz olarak kabul ettilerdi, diye sorabilir. Gerçekte Kur’an, dünyanın düz olduğuna dair bir şey söylemiyor. Aksine onun yuvarlak-sı olduğuna işaret eden ayetleri muhtevidir. Bu noktada Kopernik’ten önce dünyanın yuvarlak oluşu ile ilgili İbn Şatır’ın, Nasireddin Tusi’nin, Ali Kuşçu’nun çalışmalarının batı dünyasında ne şekilde takip edildiği hususu araştırılsa yerinde olur. Neticede adı anılan kişiler, İslam bilim insanları idiler ve dünyanın yuvarlak olduğuna yönelik bir araştırma seyri takip etmişlerdi. (Her ne kadar, Abdulkadir el-Bağdadi, el-Fark beyne’l-fırak’ında Ehl-i Sünnet’in kabullerinden birinin, yeryüzünün düz olduğunu kabul etmeleridir, şeklinde beyan etse de, bu durum neticede kendisinin bir görüşüdür. Yoksa İslam düşünürlerinin tamamını bağlamaz.) Bu noktada belki (İslam adına) şu söylenebilir: İbn Sînâ’nın işaret ettiği üzere, İslam, aklın işleyişi için temel ilkeleri verir. Akıl ise varlığı inceler, araştırır ve istifadeye sunar. Onun için din ile bilimi karşı karşıya getirip bunların birinin diğerini dışladığı veya ikinci plana attığı şeklindeki bir söylemi, ilmî açıdan sağlıklı bulmuyorum. Böyle bir tavır, İslam dini adına gerçeklik değeri taşımaz. (Bu noktada diğer dinlere dair yeterli bilgim yoktur. Dolayısıyla diğer dinlerdeki veriler adına bir hüküm cümlesi kuramam).
“Muhayyile ile bilgi [us- ?] arasındaki uçurum nasıl kapanacak ?”. Cündioğlu: “Bizde yöntemde bir çıkmaz var. Bunu görüyorum.” Bu cümleye bakılacak olursa; her şeyden evvel cümledeki ‘bilgi’ kelimesi ile (us/akıl) kastediliyorsa bu noktada şunu sormak gerekir: Bu iki idrak yetisini karşı karşıya kim getirdi ve niçin? Bir idrak yetisi olarak muhayyile, Fârâbî, İbn Sînâ, İbn Rüşd tarafından bilgi teorilerinde dile getirilmiş. Ortak duyu, hayal, muhayyile, vehim, hafıza yetileri, fizik dünyadan alınan verilerin somuttan soyuta (tecrid, tafsil, terkib) taşınmasında önemli. Soyut (ve tümel) düşünceyi ortaya koyan akıla bir tür hizmet eden basamaklar olarak telakki edilmiştir zikri geçen idrak yetileri. Birileri aklın alt basamağında görülen muhayyileden hareketle dini/vahyi temellendirir ve dini verilerin muhayyilenin ürünü olduğu tezini mutlak doğru olarak kabul edip buna göre yorum yaparsa bu durumda şu sorulur: Nübüvvetin, muhayyile üzerine kurulu olduğunun kanıtı nedir? Ki, Gazzâlî, nübüvvetin ne olduğunun (mahiyeti) ancak bir nebi/peygamber tarafından bilinebileceğini, dolayısıyla bunun üzerine ortaya konulan tezlerin sadece birer spekülasyon olduğunu açıkça dile getirmişti/r. Şu halde buradan hareketle bir yöntem problemi olduğunu varsaymak, aslında kendi içinde problemli bir bakış gibi gelir bana. Lakin şu husus dile getirilebilir: ‘Batıdaki bilimsel çalışmalar karşısında bizde metod (kesin kanıt üzerinden işleyen düşünme biçimi) yetersizliği vardır.’ Bu şekilde bir cümle kabul edilebilir. Ancak bu türdeki eleştiriler on sekizinci yüzyıldan itibaren dozu artan şekilde bizde hep var olmuştur. Özellikle son dönem düşünürlerinden Filibeli Ahmet Hilmi (bkz. Üniversiteli Gençlerle Konuşma, A‘mâk-ı Hayal vd.), Mehmet Akif, Baha Tevfik, Abdullah Cevdet, Ziya Gökalp gibi nice düşünür tarafından hep dile getirilmiştir. Şunu da teslim etmek gerekir: Dücane Hoca, böyle bir arayışın sancısını çeken kişidir ki, şahsen bu noktada gayretini takdir ederim. Lakin kendisinin yukarıda anılan tezine (muhayyile ve din) katılmıyorum. Onun için bu iki idrak yetisi (muhayyile-akıl) arasında ciddi bir farklılık olduğu vurgusu ile kastedilen şey, eğer ki, din/vahiy (İslam) ve akıl (bilimsel düşünme biçimi) ise bu düşünceye iştirak etmiyorum.
Şunu da ilave etmemiz gerekir: Bilimsel düşüncenin metodik gelişmesi ve gittiği yerleri âbâd etmesi, gerçekte bir mekâna özgü veya bir millete özgü değildir. Bundan bin iki yüz yıl evvel, “Yanlış hesap Bağdat’tan döner”di. Bilimin, sanatın, siyasetin, ticaretin kalbi orasıydı çünkü. Daha sonra Buhara ve çevresi parladı. Ardından Selçuklular’ın batıya doğru yürüyüşüyle birlikte Konya, Sivas, Tokat, Bursa bu konuma yükseldi. İstanbul’un fethi ile birlikte ‘Reaya kalbin âbâd etmektir’ felsefesi benimseyen (ve bir filozof kabul edilen) Fatih Sultan burayı b/ilimin ve sanatın merkezi haline getirdi. Ardından bu yapı batı dünyasına geçti. (Bunda Endülüs birikimi, haçlı seferleri sonrası batıda yapılan çeviriler, yeni kıtanın keşfi ile birlikte batı dünyanın madden zenginliğe kavuşmasının etkisi de göz önünde bulundurulmalıdır). Şimdi ise bilimsel akıl farklı mecralara yol alıyor gibi bir manzara vardır. Aslında bu durum Kur’an’daki (Al-i İmran, 140) ‘Biz bu tür günleri insanlar arasında döndürür dururuz’ ayeti/(tarihsel olgu) ile ne kadar uyumludur.
“Bizdeki din adamları (özellikle ilahiyatçı bilinç) doğadan uzak düştüğü için tarihsel birikimle yetinmek zorunda kalıyor. Bu da onların ortaya koyduğu tezlerin deneyimden uzak düşmesini beraberinde getiriyor. (…) Bu da gerçeklikten kaçınmak şeklinde kendini gösteriyor ve düzgün düşünemiyorlar.” Bu cümle de oldukça sorunlu geliyor bana. İlahiyat tahsil edip bu alanda ilmi açıdan ilerleyenlerin doğa biliminden uzak düştüğü bir gerçektir. Elimde imkân olsa, ilahiyatlarda lisans üstü seviyeye hiç olmazsa bir doğa bilimi alanında ilim tahsil etmiş talebeleri kabul ederdim. Çünkü, Kur’an ve insan, ancak doğa kitabı okunarak (daha iyi) anlaşılabilir. Onun için doğa bilimi olmadan din bilimi de (sağlıklı) olamaz. Çünkü dini hayat, belli ölçüde doğa bilimi üzerine kurulmuştur. Mesela namaz ibadeti güneşe göre; oruç, hac, zekât ibadetleri ayın hareketine göre düzenlenmiştir. Yıldızlardan, gezegenlerden bahseden pek çok ayet, hatta sure adları vardır. Onun için doğa bilimi olmadan din tam olarak anlaşılamaz ve (muhtemelen tam olarak yaşanamaz da). Geçmişteki birçok ilim insanı, aynı zamanda doğa bilimlerinden birinde, birkaçında uzman idiler. Güçlü olan (bazı) yorumları bu açıdan ayakları yere basıyor ve konu ile ilgili yeni bilimsel bulgular keşfedilene kadar geçerliliğini koruyordu. [Günümüzde de nice kelamcı, tasavvufçu akademisyen, doğa bilimi bağlamında modern bulguları da dikkate alarak varlık ve bilgi noktasında düşünceye konu olan ciddi akademik çalışmalar yapıyorlar ki, bunu hatırda tutmak gerekir]. İlahiyatlar için durum böyle de felsefeciler, felsefe-düşünce tarihçileri için böyle değil midir? [Dücane Hoca’nın kendisi bile bir doğa bilimi insanı mıdır? Yoksa bir felsefeci, bilim tarihçisi (?) midir? Şu halde, doğa bilimine dayalı olmayan (kendisinin) yorumlarına bile, bu bakış açısıyla, ne ölçüde itibar edilebilir ?].
“İslam felsefecileri ahirette bedenen dirilmeye inanmazlar” cümlesi ilmî açıdan doğruyu tam olarak ifade etmiyor. Çünkü Meşşâî filozoflar (Kindi, Fârâbî, İbn Sînâ, İbn Rüşd) içinde sudûr sistemini kabul edenler sadece Fârâbî ve İbn Sînâ’dır. Yoktan yaratılışı (hudûs) kabul eden onlarca filozofta böyle bir durum yoktur. Şu halde mezkûr iki filozofu dikkate alarak “İslam felsefecileri…” ifadesini kurmak sağlıklı ve ilmî değildir. Kaldı ki, bu iki filozoftan İbn Sînâ, eş-Şifa el-İlahiyat’ta, İslam dininin anlattığı biçimde ahirette bedenli dirilişi kabul ettiği açıkta beyan etmiştir. Kimileri, şunu dile getirebilir: ‘İbn Sînâ, halk (avam) için kaleme aldığı eserlerinde bu tür bir üslup benimsemiş filozofdur.’ Böyle düşünenler olabilir. Ancak mezkûr filozof, benimsediği düşünce sisteminden hareketle (sudûr teorisi), Allah-âlem ilişkisini kendi sistem bütünlüğü içinde yorumlamıştır. Buna göre ahiret hayatının Kur’an’ın anlattığı biçimde ruh+beden şeklinde olması sistem açısından uygun değildir. Çünkü uzay sistemin yıkılıp yerine yenisinin kurulması, sudûr teorisine uygun düşmüyor. Bu açıdan İbn Sînâ, el-Adhaviyye isimli eserinde ahiret hayatının sadece ruhani olacağına dair çeşitli deliller sunar. Şu kadar var ki, filozof, ‘Ben ahiret hayatının ruhani olacağını akıl ile ispat edebilirim. Ancak bedenli olacağını sadece din haber verir. Ki, İslam dini de bunu söylüyor ve ben de bunu kabul ederim’ diyor. Başka ne desin ki?[1] [Bununla birlikte Gazzâlî, sudurcu filozofları, tenkidin ötesinde tekfir etmiştir. Lakin Gazzâlî, düşünce tarihimizde bu tezinde yalnız kalmıştır. Tenkidinde, hudûsçu bakıç açısıyla haklı olmakla birlikte, tekfirde yalnız kalmıştır. Şehristani, el-Milel’inde onun bu düşüncesini dolaylı olarak benimser. Gazzâlî savunucusu Hocazade ise tekfir konusunda Gazzâlî’yi tenkit eder]. Şu halde ahiret hayatının ruhani olacağını hangi İslam filozofları dile getirmiştir sorusu kendini gösterir. [Fârâbî’yi bu noktada istisna edebiliriz. Kaldı ki, bugün bile bizler, big bang teorisi konusunda acaba büyük patlama öncesi ne vardı sorusunu soruyor ve cevap arıyoruz. Evrenin sınırı var mı yok mu sorusunu irdeliyoruz. İbn Sînâ da kendi döneminde muhtemelen böyle bir pozisyonda idi].
(Canan): ‘Canlılığın ne olduğunu bilmiyoruz. İçinde yaşadığımız uzay, maddi olmanın ötesindeki durumları da içeriyor’ cümlesi öteden beri tercih edilen hususlardan biridir. Belki en başta gelenidir. Materyalist anlayış ise doğadaki varlıkların ezelden ebede hep var olduğunu ve canlılık-zihin süreçleri dâhil bunları rastlantı ve evrim üzerinden açıklamaya çalışıyor. Anlayabildiğim kadarıyla ister bir tanrının kabulü (iman) ister maddenin temele alınarak canlılık ve bilincin izah edilmesi konusu (ateizm), neticede hepsi de bir kabule dayalıdır (iman – ?-). Çünkü elde kesin kanıta dayalı bilgi yoktur.[Evrimsel süreçlerle ilgili kanıtlı bilgiler olabilir. Bunun din ile (İslam’ın tanrı inancı ile) doğrudan olumsuz bir durum arzetmeyeceğine yukarıda değinilmişti]. Bugün kimileri, maddenin ezeliliği ve evrimden hareketle insanı, (haşa) tanrı yerine koymaya kalkışıyor olabilir. (Bkz. Homo Deus). İlgi çekici olan husus ise söz konusu düşünce sahiplerinin, canlılık, evrenin niçin yok değil de var olduğu, doğa yasaları, ölümün ne olduğu konusunda dikkatli bir suskunluğa bürünmüş olmalarıdır. ‘Bilimsel olarak bunları şimdilik bilemiyoruz ancak bu durum ileride çözüme kavuşacaktır’ şeklindeki yaklaşımları sadece bilime olan inançla ilgili bir varsayımdır (faraziye). Kesinlik içermez.
[Hz. İsa, Allah’ın ‘kelime’si olarak kabul edilir. Allah, Meryem’e, Ruhu’l-(kudusü) göndermiştir. Bu konudaki tartışmalar, İslam kelam düşüncesinde ‘mihne/t’ denilen siyasi-ilmî problemi de doğurmuştur. Konu neticede Tanrı’nın sıfatları ve âlemin işleyişi ile ilgilidir. Ancak hristiyanlar açısından bizatihi tanrının kendisi ile ilgilidir].
“Dindarlar arasında, bilimle ilgilenenlerin başına olumsuz haller geldiğinde sevinenler var” cümlesi gerçeği tam olarak yansıtmıyor. Dindar insanlar, bilim insanlarının başına kötü şeylerin gelmesine niçin sevinsin ki? Şayet birileri bilimi din haline getirip, inanan insanın tanrı olarak kabul ettiği varlığın karşısına (ideolojiye bürünmüş bilimi) dikiyorsa bu durumda inanan kimileri bundan memnuniyet duyuyor diye koca bir kitleyi töhmet altına almak niçindir? Titanik ile ilgili, ‘Bu gemiyi tanrı bile batıramaz!’ diye haykıranları tarih bize bildiriyor. Bu durumda söz konusu bilimin müminleri, kaybettiğinde, Allah’a inanan kişi belki üzüntü duyar keşke Allah’a inansaydı diye. Yoksa kimi dindar olanlar bundan sevinç duyuyor diye bütün kitleyi itham etmek ilim adamının işi olmamalıdır. Yine ruh ile ilgili tartışmalardan hareketle kimileri mistifikasyona gidiyor olabilir. Ancak bu da neticede sadece bir kısım insanlar/inananlar için geçerli olabilir. Yoksa ‘dindarlar’ deyip hüküm cümlesi kurmaya kalkışmak, kabul edilebilir bir durum değildir. Hele hele burada kastedilen kişiler, Müslümanlar ise.
“İnanç, bir düşünce olarak masaya geldiğinde bir sarkıt gibi çıtır çıtır kırılır. İnancın, düşüncenin sınamasına dayanması çok zordur. İnanç, kendi doğası gereği hep belli bir karanlıkta var olur. (…) Bilim aydınlatır, din ısıtır derken dinin zihinsel bir açıklık kazandırma yeteneğinden uzak olduğunu söylüyorum”. Bu hüküm cümlelerine cevabım şu olur: Şayet bilimsel düşünce karşısında, güneş karşısında kar/buz gibi eriyip ortadan kalkan din, eğer ki, (rasyonel) aklın bilimsel bulguları karşısında insanın anlam arayışına cevap veremeyecek, insanın beden+ruh varlığının temel sorunlarına çözüm üretemeyecek nitelikte bir din ise varsın eriyip gitsin öylesi bir din. Eğer ki, bilimsel çalışmaların önünü açan, onlara sürekli destek-teşvik veren, bilimsel bulgularla birlikte bu âlemde insanı hem akıl hem umut varlığı olarak dipdiri tutan bir din ise böyle bir dini düşünce masasına yatırıp eriterek yok etmek niçindir? Hele hele dini (İslam’ı), doğası gereği, bir takım ideolojik menfî çağrışımları da muhtevi olan ‘karanlık’ bir bölgede tutma söylemi nasıl anlaşılabilir? Dinin (İslam) insana zihinsel açıklık kazandırma yeteneğinden insanı uzak düşürdüğünü dile getirmek, dini inancın, ona inananı kapalı kafa yapısına mahkûm etmek anlamı ile aynı değil midir? [İstitrat: Bundan yüz elli yıl önce, ateist olduğu söylenen (?) Ernest Renan, İslam ve Bilim adına verdiği bir konferansta, İslam dinine inananların kafa yapılarının, düşünen insanlara nisbetle daha dar olduğunu, böyle bir inancın, müntesiplerine yersiz bir kibir verdiğini ve Müslümanların bundan dolayı geri kaldıklarını dile getirmişti. Namık Kemal onun bu düşüncesini Renan Müdafanamesi isimli eserinde haklı gerekçelerle eleştirmişti.[2] Benzer durum, Dr. Dozy tarafından Hz. Muhammet ile ilgili ileri sürülmüştü. (bkz. Tarih-i İslamiyet, çev. Abdullah Cevdet]. İsmail Fenni Ertuğrul ise onun konu ile ilgili düşüncelerini Kitab-ı İzâle-i Şukûk/Şüpheleri Giderme Kitabı’nda tek tek incelemiş ve cerh etmişti]).
“Dindar bilinç öncelikle amacı bulur. Diyelim deprem gibi hallerde dindar bilinç hemen amaç etrafında suçluyu arar. Hâlbuki teleolojik (evrende bir gayenin var olduğunun kabulü), Kant tarafından ta ne zaman çözüldü. (…) İnsanın trajedisi, nereden gelip nereye gittiğini bilememek değil bunun sonucunu kabul edememesidir.” Bu bakış açısı ile ilgili şunları dile getirebilir: Dindar bilincin amaç (teleoloji) etrafından kümelendiği ve bu dünyada bir doğal afet olduğunda meseleyi doğrudan tanrı merkezli düşünmeyi esas aldığını anlamış değilim doğrusu. Dindarlar arasında bu şekilde düşünenler de olabilir, düşünmeyenler de. Yukarıda dile getirdiğimiz hususu, tekrar etmek durumundayım: Bu tür cümleler kurulurken koca bir dindar kitle niçin hedef tahtasına konulur? (Bu noktada bir kast-ı mahsusun olmadığını varsayıyorum). Kur’an’da pek çok ayet vardır. ‘Biz onları günahları sebebiyle yakaladık’ [En’am Suresi, 6] ayeti buna bir örnektir. Kur’an’da dilimize günah diye çevrilen pek çok kelimenin, aslında ‘zulüm’ anlamına geldiğini tefsirlerden öğreniyoruz. Neticede insan, kendi nefsine de zulmeden bir varlıktır, tıpkı Hz. Adem ile Havva’nın dualarında olduğu gibi. (bkz. Arâf Suresi, 23). Bu durum, tanrının tabiata müdahelesinin olup olmadığı tartışmaları ile ilgilidir. Meselenin mucize bahsine de uzandığını biliyoruz. Ancak anladığım kadarıyla Sayın Cündioğlu, doğanın işleyişinin (sünnetullah), Allah’ın iradesinden bağımsız olduğunu kabul ediyor gibi bir üslup taşıyor. Ben böyle anladım Açık-Beyin konuşmasından. Ancak, yukarıda işaret edildiği üzere, bu durum sadece bir kabuldür. Yoksa mahza hakikattir diyemeyiz. Kabullere saygı duyulur. Lakin bu tür tartışmalar, bence, işin ehli tarafından topluma açık olmayan mekânlarda yapılırsa daha sağlıklı olur.
Şu halde dindar bilinç, deprem, tsunami gibi hallerde, meseleye teleolojik açıdan da bakarsa bu durum bilimsel akla aykırılık mı teşkil eder? Bilimsel akıl denilen şey, dini verileri (İslam’ı) tamamıyla kendi alanına (ısıtma ve karanlık bölge) kovan, dünyadaki işleyişi tamamıyla kendisi ele almak isteyen bir akıl mıdır? Şu halde buradan hareketle, tıpkı batı modern düşünce ve dünyasında olduğu şekliyle, deizme, agnostisizme yol açılmış olmaz mı? İslam kelam tarihinde Muattıla denilen ve tanrının sıfatlarını (Onun âlem ile ilişkisini) tatile gönderen, başka bir ifade ile tanrıyı emekliye sevkeden bir yaklaşım, bu tür söylemlerden hareketle kendiliğinden ortaya çıkma imkânı bulmuş olmaz mı şeklinde muhtemel sorular akla gelebilir. Bu tür muhtemel sorular belki abartı olarak da görülebilir. Ben sadece sözü edilen soruların sorulma imkânının da doğabileceğine işaret etmekle yetiniyorum.
Özellikle ‘insanın trajedisinin, nereden geldiğini bilip (doğanın işleyişi ve evrimsel gelişim – ?) nereye gittiğini bildiği halde bunu kabul edememesidir’ ifadesi acaba insan için, ahiret hayatının varlığının zımnen/kapalı bir şekilde yadsınması mıdır? Bu cümlelerde bir muğlaklık var gibi geliyor bana. Böyle bir bakış açısının temelinde maddenin ezeli varlığının kabulü (yoktan yaratma saçmadır denilmişti) ve evrenin işleyişinde rastlantının esas alınması (bugünkü modern bilimsel aklın işleyişi ilkesi) ve tanrının âleme müdahalesine pek de olumlu bakılmamasının etkisi mi vardır?
“Evrende bir düzenlilik var şeklindeki akıl yürütme artık çocuksu bir akıl yürütmedir” “İsbat-ı Vacip denilen şey, (…), inanç bagajı, niçin bazı sorunlara yol açıyor?” “İnançta belli bir amaçlılık ve düzeni var saymak söz konusu. Bilimsel açıdan bunlar geride kaldı.” Bu cümleler de epey sorgulamayı gerekli kılıyor. Şöyle ki, bilimsel aklı ve bulguları merkeze alarak, dine dair düşünme biçimlerini ‘çocukça’ olarak nitelemek, ilmî üslup açısından sorunludur. Şunu biliyoruz ki, bilim de neticede, yukarıda işaret edildiği üzere, kendini yadsıyarak yol alan bir akıl yürütmeyi içerir. Bugün doğru dediğine yarın, yanılmışım diyebilir. Bir diğer konu ise merkeze alınan hangi bilimsel akıldır? Bilgi teorilerinde pek çok bilimsellik söz konusudur. Sadece batı düşünce dünyasında düşünme adına rasyonalizmden başka sensualizm, spiritualizm, idealizm, entüisyonizm, kritisizm gibi çeşitli düşünme biçimleri vardır. Dünyanın diğer yerlerinde ne olup bittiğini tam bilemiyoruz. Çünkü üniversitelerimizde Çin, Hint, Rus, Afrika, Güney Amerika, Avustralya gibi yerlerde düşünce adına neler ortaya konulduğuna dair kürsülerimiz bile henüz arzu edilir seviyede yoktur. Düşünce adına bir şeyler olsaydı, kürsüleri de olurdu şeklindeki bir yaklaşıma karşı biraz perhizkârım. Çünkü modern düşünce, karşısına dikilebilecek ne varsa yok etmeyi esas almıştır. Bugün Çin, eski Mısır, İslam tıbbından söz edemiyoruz. Ki, bu durum başka bir bahistir. Demek istemem o ki, ‘inançta belli bir amaçlılık ve düzeni var saymak’ da neticede bir tercihtir ve buna ancak saygı duyulur. Onları ‘çocukça’ şeklinde nitelemek ne ölçüde kabul edilebilir? Bu konuda Kur’an’da nice ayetin var olduğunu hatırlamamız yeterlidir. Evrendeki işleyişin rastlantı ve düzensizlik ilkesinden hareketle olduğunu dile getirmek acaba evrene dair kuşatıcı bilgiye de sahip olmayı gerektirmiyor mudur? Bunu iddia edenlerin elinde aklı tatmin edici bir bilgi var mıdır? Varsa bile bilimsel bilgi de bugün şöyle dediğine yarın böyle derse ne olacaktır? Hangisine güvenebiliriz? Bu alanda tanrıyı tabiattan kovmak ne ölçüde makuldür? Eğer ki, tanrının varlığının işaretlerini (ayet) biz tabiattan hareketle inşa edebilecek imkâna sahip isek.
“İnsanlar öyle bir yere doğru yol alıyor ki, bu sahip olduğumuz sağduyu, standart malûmatlar bu gidişi açıklayamaz. (…) Gelenekten alınan kabuller ne olup bittiğini perdeliyorsa, sorundur. Ben bu bagajın, toplumu, evreni, insanı açıklama konusunda el feneri gibi önümü aydınlattığını düşünerek çalıştım. (…) Elinizde tuttuğunuz fener, önünüzü karartabilir”. Bu cümlelerden hareketle şunu dile getirebilirim: Düşünen insan netice hakikat arayışına çıkmış bir yolcudur. Her an yeni bilgilerle donanır, her an yeni keşifler yapar. Dücane Hoca’nın (şu an için) geldiği ve içinde bulunduğu konum ve durum yukarıda dile getirdiği gibi olabilir ve buna saygı duyulur. Ancak bu durum, herkes için geçerli ve mahza hakikat olarak sunulamaz. Batıda yıllarını biyoloji ilmine vermiş kimileri ‘Tanrı Yanılgısı’ derken benzer yoldan yürümüş başka biri ‘Yanılmışım, Tanrı Varmış’ diyebilir. Gelenekten gelen bagajın, modern insanı ve toplumu açıklama konusunda insanların yolunu kararttığı şeklindeki düşünce, belki bunu dile getiren düşünür için geçerli olabilir. Yoksa bu durum düşünen ve araştıran herkes için böyledir diye bir hüküm cümlesi kurulamaz. Aliya İzzetbegoviç de şayet tarihsel malûmat, bizim tabiatı, insanı, toplumu anlamamıza engel teşkil ediyorsa, o tarihi yakmak gerekir, demiştir. el-Hak, öyledir. Ancak eldeki verilerden kastedilen nedir? Tarihsel yorumlar yığını mı yoksa muhayyile üzerinden resmedilen ve kendi köşesine tıkılmak istenen bir din mi? Açık-Beyin konuşmasında (muhabbetinde) üslup ve sunum olarak şahsen, dinin temel verilerinin ötekileştirildiği düşüncesine kapıldığımı açıkça belirteyim. Nitekim yukarıda arzetmeye çalıştıklarım da bununla ilgilidir.
Neticede her bir insanın yetişme tarzı, düşünme biçimi belli ölçüde farklılık arzedebilir. Ekran karşısına geçmiş ve ciddi bir ‘düşünür’ sıfatıyla anılan kişilerden beklenen tavır, ‘Ben bugün düşünce açısından şu durumdayım’ demektir. Bizim geleneğimizdeki muhallet kitapların önsözünün sonsözü hep şöyle olagelmiştir: “Vallâhü a‘lemü bi’s-savâb/ Meselenin en doğrusunu Allah bilir.” İşte bu tavırdır ki, ilim yoluna düşmüş kişiyi, ahlaklı ve mütevazı bir ilim insanı yapar. Dini verilerin, bagajın, geleneğin, modern bulgularla uyuşmadığı (ve dolayısıyla zımnen, bu bagajdan kurtulmak gerektiği) şeklindeki düşünce ve ifadeler, benim açımdan gerçekliği yansıtmaktan uzaktır. İsbat-ı Vacip denilen argümanlar, neticede Allah’ın varlığına dair ileri sürülmüş tezlerdir. Eğer ki sözü edilen deliller, matematiksel veriler gibi yüzde yüz kesinlik taşısaydı bugün inançsız kimse kalmazdı. Demek ki, neticede aklın bir arayışı/spekülasyondur ve ilim olması haysiyetiyle değerlidir. ‘Çocukça, geçmişte kaldı, bagaj’ gibi bir takım nitelemelerle hafife alınmayı gerektirmez.
Saygılarımla.
Not:
İlim yoluna baş koymuş kişiler için takip edilmesi gereken ilke, hakikat arayışı yolunda emeği geçen herkese teşekkür borcunun olduğunun bilinmesidir. Düşüncelerin ifadesinde (üslûp) dikkate alınması gereken husus, şahsiyet (kişi veya kişiler/kitle) yapmak değil fikirleri ortaya koymaktır. Onun için tahkir değil tenkit esas olmalıdır. Yukarıda birinci bölümde verilen metin, düzgün cümleler haline getirilerek verilmiştir. Herhangi bir yanlış anlama olmaksızın metni doğru cümlelerle verebilmiş olmak en hasbî dileğimdir. İkinci bölümde ise konuşma metnine dair sorular ve tenkitler yönelttim. Mezkûr düşüncelerin ortaya konulmasında doğrular varsa, herkese; yanlışlar varsa, şahsıma aittir. Bu noktada doğru bilgiye ulaşma çabasında, varsa eğer yanlışlarımızı ortaya koyan ve tenkit eden herkese müteşekkirim.
“Bir hakikat kalmasın Allah’ım âlemde nihân” (Muallim Naci).
Kaynakça
[1] Geniş bilgi için bkz. Ahmet Çapku, İbn Sînâ Gazzâlî ve İbn Rüşd Düşüncesinde Ahiret.
[2] Bu konuda Dücane Cündioğlu’nun fevkalâde bir gayret ve yorumla kaleme aldığı makale için bkz. http://static.dergipark.org.tr/article-download/1473/6af2/2702/imp-JA35UP96NG-0.pdf? https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/254310 [Erişim: 27.05.2020]