Yürüyüş; insanı kendisine, titreyen nesnelere döndürür ve kolektif rutinlerin yok etme eğiliminde olduğu bir değerler hiyerarşisini yeniden kurar. Otomobil sürücüsünün ya da toplu taşıma olanaklarından yararlananların tersine dünya karşısında çırılçıplak olan yürüyüşçü kendini eylemlerinden sorumlu hisseder, insan düzeyindedir ve en basit insani değerlerini bile unutması zordur.
David Le Breton
Bacon’dan beri insan, doğanın sahibi olmuştur oysa insan doğanın parçası olmalıydı. İnsanın doğanın hâkimi olması sürecinin insanlığın arabayla başlayan tarihiyle ilintili olduğunu düşünüyorum. Yürümeden kesilen insan, seyahat etmiş olduğu araçla zihnini ve duyuşunu ulaşacağı yere hedeflerken kendini ve geçeceği yerleri görmeyi ıskalar. Nitekim yürümekteki duyuş ve düşünüşün yerini varış’ın almasını Rousseau şu cümlelerle ifade eder;
“…Güzel günlerimde hep yürüdüm ve büyük zevk aldım bu yürüyüşlerden. Daha sonra görevler, işler, taşım ak zorunda olduğum bavul beni bir bey gibi yaşam ak ve arabaya binmek zorunda bırakmıştır (…) ve bu dönemden başlayarak işler değişti: daha önce seyahatlerimde hep gitmekten zevk alırken, artık bir an önce gideceğim yere varmaktan zevk almaya başladım.”
Yürümek, sadece adımlamak değil aynı zamanda insanın geçtiği yerle duyuşsal ve işitsel bir rabıta kurmasıdır. Yürümek, insanın adımlarken yalnızca doğayı görmesi değil aynı zamanda kendi iç dünyasına adım atmasıdır. Nitekim Breton, “Yürüyüş çoğu zaman insanın kendi içinde yoğunlaşmasını sağlayan bir dönemeçtir.” diyerek yürüyüşün düşünüş olduğunu ifade eder. Hele bir de orman veya ağaçlık bir mekânda yürüyorsa insan, ormanın derinliklerine yürürken aynı zamanda kendi düşünüş ve duyuşunun derinliğine doğru yolculuk yapar. Yürüyüş ile düşünüş arasındaki bağlantıyı; Beethoven’in 5. Senfonisini bestelerken ağaçlık bir parkta yürürken bir ağaçkakan sesinden etkilenerek bestelemesiyle yine ormanda uzun yürüyüşler yapması ile bilinen Heidegger’in esaslı eseri “Varlık Ve Zaman” meşhur kulübesiyle meskûn olduğu Karaormanlar’da kisve-i tab’a bürünmesiyle kurabiliriz. Yürümenin rahatlamak ve düşünüşü güçlendirdiğini düşünen H. D. Thoreau, bu durumu şu cümlelerle ifade ediyor:
“Tüm dünyevi meselelerden tamamen kurtulmuş olarak ormanlarda, tepelerde ve açık arazilerde, günde en az dört saat -ki genelde bundan daha fazla sürer- dolaşmazsam sanırım ne sağlığımı ne de neşemi koruyabilirim.”
Platon ve talebelerinin yürürken felsefe yapmalarının neticesinde fikirlerini nasıl içselleştirdiğini az çok kendi yürüyüşlerimden, düşünümlerimden ve okumalarımdan bilirim. Yürürken onlarca metin okumuşluğum olmuştur. En çok lezzet aldığım okumalar, bu okumalar olmuştur. En esaslı kavradığım biçimde kavradığım metinler, doğa yürüyüşlerimde okurken okuduğum metinler olmuştur. Yürürken düşünmek; düşünceyi yüklerinden kurtarmak, arındırmak ve olgunlaştırmayı sağlar. Gezinti yürüyüşleri kişinin kendinde yaptığı devrimsel bir yürüyüşken; hicret amacıyla gerçekleştirilen yürüyüşler geride kalanları (yurdunuzu, ananızı-babanızı vs. sevdiklerinizi) bıraktığınız uzun ve meşakkatli yürüyüşler ise hem kendi dünyanızda hem de hicret ettiğiniz topraklarda iç ve dış devrimleri meydana getirir. Her iki yürüyüş de özü-gürleştirmektir. Hızır’la Musa’nın, Hz. Muhammed (s.a.v) ile Hz. Ebubekir’in yürüyüşleri; tanıma, kavrama ve öğrenme-öğretme eylemini içeren yürüyüşlerdir. Çünkü ikili etkileşimler bakımından diyalojik ve iç dünyayı kavrama ve yaşanılanları (geride bırakılanları) anlama bakımından monolojiktir.
Yürüyüşte iç dünyaya dalmak için kişinin kendi kendisiyle baş başa kalması gerekir. Thoreau, böyle bir yürüyüşü; “geviş getirebilen tek hayvan olduğu söylenen bir deve gibi yürümelisiniz ve yürüyüşlerimde bedenimle bir olmak isterim. …Gerçek dünyada henüz yürümediğimiz, iç ve ideal dünyamızda çok severek çıkacağımız yolun sembolü olan o yürüyüşü yapmak isteriz; kuşku yok ki bazen istikametimizi seçmekte zorlanırız, zira bu yol düşüncelerimizde henüz mevcut değildir” diyerek düşünme üzerine düşünmenin ve yürümenin insana hem düşünmede hem de yaşamada bir istikamet kazandırdığını söyler.
Hem otomobilleşme hem de betonlaşma, insanı yürüyüşten alıkoydu. Otomobil varken yürüme yersiz zahmet olarak görülmüştür. Yürüseniz bile kafanızı nereye çevirseniz çevirin betonları gördüğünüz bir mekânda yürümenin artık bir anlamı kalmamıştır. Breton, otomobilin bedeni, duyuşu ve düşünüşü zayıflattığını “Yürüyüş dünyayı duyumsamaya götürür, inisiyatifi insana bırakan eksiksiz bir etkinliktir. Bedenin pasifliğine ve dünyadan uzaklaşmaya neden olan trenden, arabadan farklıdır ve sadece bakışa ayrıcalık tanımaz” cümleleriyle ifade eder.
Ormanda veya yabani olanda yürürken her adımınızda ruhunuz genişler, zihniniz açılırken betonlaşmış şehirlerde yürürken her adımınız sıkıntı ve kederi doğurur, zihninizin canlılığı ölür. Thoreau’nun dediği gibi “yabani olan; canlıdır, insanı dinç tutar, iyi olana yakındır.” Çünkü yabani olanda toprak işgal edilmemiş, ağaçlar varlığını korumaktadır. Kökleriyle buluşan insan, ağaçların dünyasıyla kesişir. Hele ki ağaçlar içinde yürüyüşünde elinde kitabı olan insan, ağaçlar arasından yürüyerek geçiyorsa okuduğu metni hiçbir yerde anlamayacağı kadar anlar. Çünkü ağaçla kitap arasındaki bağ, yalnızca ağacın kitabın maddesi olma bakımından değil formu bakımındandır. Kitap ile ağaç arasında güçlü bir bağ vardır. Ağacın kökü, ağacı ayakta tutan unsurken; kitabı var kılan ise yazarın cümleleridir. Ağacın gövdesi, dalları, yaprakları ve meyveleri ne ise kitabın kısımları olan önsöz, giriş, bölümler ve sonuç da kitap için o’dur. Ağaç nasıl insan için kaynak, gölge ve meyve gibi nimetleri içeriyorsa; kitap da insan için beslendiği yani onu insan kılan kaynak, sükûnete erdiği liman ve okumalarından edindiği birikimi hayatına aktardığı ab-ı hayattır.
Ağaçtan ve yürüyüşten mahrum kalmış milletler kıymeti olan mütefekkirleri de çıkaramazlar. Betonlaşmadan nasibini alanlar betonlaşmış fikirlere ve ruh dünyasına sahip olanlardır. Mekânı betonlaştıranlar mekânın muhatabı olan insanı da betonlaştırırlar. Bir anlamda beton döken beton söker. Yani yeryüzünde sonlanan hayatlar kaldırılan enkazlardır. Thoreau, insanın ağaca ve ormana olan ihtiyacını ve insanın özüyle ağacın doğrudan bağıntısını şu cümlelerle kurar;
“…Nasıl ki bir çiftlik için yığınla gübreye gereksinim varsa, aynı şekilde insanın sağlığı için de beklentisine göre sayısız dönüm çimen ve çiçek kaplı arazilere gereksinim vardır. Beslendiği kudretli öz, orada mevcuttur. Bir kasabayı içindeki doğru insanlardan ziyade etrafındaki ormanlar ve bataklıklar kurtarır. Üzerinde bir orman dalgalanırken, altında başka bir orman çürüyorsa bir kasabanın, orası sadece mısır ve patates değil aynı zamanda gelecek çağlar için şair ve filozof yetiştirmeye uygundur. Böylesi bir toprakta Homeros, Konfüçyüs ve diğerleri yetiştiler, böylesi bir yabanıllıkta çekirge ve balı yiyen Reformcu çıkar.”
İnsan, gözünü gökten ve ağaçtan yani maviden ve yeşilden kesince ne aklı ne de gönlü iflah oldu. Ağaç yapraklarının ve kuşların sesi yerine otomobilin sesine muhatap olan insan anlam kaybına uğradı. Oysa bu durum, insanın başına gelebilecek en büyük kötülüktü. Ayağı topraktan, bakışı gökten ve ağaçtan kesilen insan neliğini unuttu. Oysa toprak, insanın mayasında bulunan unsurken ağaç/lık ise insanın ilk meskûn edildiği mekândı. Toprağın kokusuna, güneşin doğuşuna, ağaç yapraklarının hışırtısına ve kuşların cıvıltısına şahitlik yapamayan insan; gittikçe huzursuzlaşmakta hem kendine hem hemcinsine hem de yaratıcısına ve doğaya dolayısıyla Rabbine, doğaya ve doğasına yabancılaşmaktadır.
Kaynakça
Henry David Thoreau, Yürümek, çev. Cahit Kaya, İstanbul: Zeplin Yayınları, 2019.
David le Breton, Yürümeye Övgü, çev. İsmail Yerguz, İstanbul: Sel Yayınları, 2008.