Dünya hayatı, kulun can sıkıntısıyla zamanını geçireceği bir mekân olsun diye yaratılmamıştır. Çünkü kulun (kul “abd”, yani ibadetle meşgul olması gereken kimse demektir) dünyada 3 çeşit fiili vardır:
- İlimde derinleşmeye çalışmak (ziyâde fi’l-ilm).
- Güzeli (cemâl) müşahede etmek.
- Bir meslekle meşgul olmak.
Böylelikle kul ilimle, sanatla ve zanaatle vakitlerini geçirmelidir. İlim, suretlerin zihne nakşı ile gerçekleşir. Suretler ikiye ayrılır: Cismânî suretler ve rûhânî suretler. Cismânî suretler, dünya hayatı ile ilgili işlerin düzenlenmesi için bilgileri üretirken rûhânî suretler, ahiret hayatının kazanılması için yaratılan şeylerdir (İbn Bâcce, Tedbîrü’l-Mütevahhid isimli eserinde rûhânî suretlerin insanın hayatında/sîretinde nasıl kazanıldığını açıklar). Sanat, suretlerin müşahedesidir, bir ileriki adımda da kişi, Yaratıcı kendisine izin verdiği ölçüde, bu suretleri kişisel bir hâle getirir ve benzerlerini üretmeye çalışır. Bu ortaya çıkan şeye sanat eseri denir. Eserin insan gözüyle irtibatı, sanatın görsel yanı ile belirginleşirken, kulak ve duyma ile olan irtibatı işitmeye dayalı sanatların alanına girer. Bütün bunlar, insana verilen suretlerin insanı bağlamak için kullanılmasından ibarettir. Kurulan bağ, verilen surete uygun olursa “güzellik”/ cemâl ortaya çıkar; uygun olmazsa güzellikten uzaklaşılır; insan tabiatının kerih gördüğü malzemelerle ve manzaralarla karşılaşılır. Zanaat ise suretlerin benzerlerini başka insanların faydasına sunmak ile ilgilidir. Her insan bir zanaatla uğraşmalıdır, çünkü insan kurtuluş reçetesinin sadece kendisine sağlandığı gibi bir tekebbüre kapılmamalıdır. Allah, insanların mutluluğunu başka insanlarla rızâen lillâh kuracakları ilişkide tesis etmiştir. Bu anlamda bütün peygamberlerin zanaatleri olmuştur: Hz. İdris terzilikle meşgul olmuş, Hz. Davud metalden zırh örmüş ve satmış, Hz. İsa çobanlık yapmıştır. Fahr-i âlem Hz. Muhammed ise, günlük hayatını idame ettirdiği işlerinin yanında, esas olarak insan eğitimi ile uğraşmış ve insanları, başkalarına nasıl öğretici olunacağı konusunda yetiştirmiştir.
Kul bu çerçeve içerisinde ilim, sanat ve zanaat ile vaktini geçirmelidir. Ancak bunların tam olarak kişinin kalbine yerleşmesi ve kişinin bunların içeriğinden zevk alması için, ilim, sanat ve zanaatın bizzat âlemlerin Rabbine rabtedilmesi gerekir. İlmi esmâ-i hüsnânın tesirâtının dünya içerisinde cevelânını seyretmek ve anlamak için kullanmak, sanatta görüntülerin arkasındaki ihtişamı görmek, zanaatte ise eli iş ile uğraşırken fikrin Yüce Yaratıcı’da olmasını temin etmek gerekir. Yani bir bakıma bunların hepsini bir yere bağlayarak yapmak gerekir. Buna biz “tevhid” diyoruz. Tevhid ile yapılmayan ilimde, sanatta ve işte devamlı bir dağılma potansiyeli mevcut olur. Kul bunların hiçbirinden zevk alamaz, sadece benliğinin dağılması ile bir hayret hâlinden başka bir hayret hâline geçerek ruhunu ve bedenini devamlı adrenalin alan birinin yapaylığına maruz bırakır. Sükûnete, itminana, huzura eremez. Bu nedenledir ki tüm peygamberler, insanlık tarihinin başından beri tevhide davet etmişlerdir. Tevhid, her şeyin anahtarı gibi sunulmuştur. Kul, tevhid bilincini ikrar edip buna teslim olduğu zaman, artık gerçek bir şekilde Yaratıcıya yönelen bir zihin hâlini kuşanmış olacaktır. Bu da ibadet ile sağlanır. Günlük yaşamın akışı içerisinde, insan tarafından meydana getirilen olağan fiillerin, namaz gibi ibadetlerle kesintiye uğratılması, insanın ilim, sanat ve zanaat gibi işlerde aşırıya kaçarak bunların ilâhî alandan soyutlaması tehlikesini bertaraf etmek içindir. Günlük hayat devamlı bir surette ibadet ile bölünmelidir. Dünyadaki düzen değil, ahiretteki düzen esastır. Bu açıdan bir günlük faaliyet, içeriği ne olursa olsun, Cenâb-ı Hakkın emriyle beş odak noktanın etrafında dönecek şekilde oluşturulmuştur. Cenâb-ı Hak insana nasıl ibadet etmesi gerektiğini, sonsuz rahmetinin bir gereği olarak öğretmiştir. Bu şekilde, dindeki diğer emirler ve yasaklar gündeme gelmiştir.
Hüccetü’l-İslâm Gazâlî, İhyâü Ulûmi’d-Dîn ve Kimyâ-yı Saâdet’in “tevekkül” bahislerinde, kulun tevhidi nasıl içselleştireceğini güzel bir şekilde açıklamaktadır. Tevhidin dört derecesi vardır, der Gazâlî. Birinci derece, yalnız dil ile “Lâ ilâhe illallâh” demekle beraber kalp ile inanmamaktır. Bu, münafıkların göstermelik tevhitleridir. Kendi düzenlerini kuracak cesaretleri olmadığı için ve Müslüman düzen içinde nefes almalarını temin etmek için, Müslüman kılığına girerek fesat tohumları yaymaktadırlar. Müslümanlar, fitne ortamı oluşturmamak için onları toplumdan tard etmezler, ancak onların münafıklıklarını pekâlâ bilirler. İkinci derecede kişi, tevhidin anlamına kalbiyle inanır. İster başkasını taklit ederek “Allah’tan başka ilah yoktur” der ve inanır, isterse de bir delil ile bunu destekleyerek ikrar eder ve inanır. Ama henüz bu derecede, tevhidin kişinin psikolojik gidişatı için içselleştirildiğini görmemekteyiz. Bunun için üçüncü dereceye bakmak gerekir: Yaratıcı’nın her şeyi yarattığını görmek, her işin tek bir fâil tarafından yapıldığını, diğer yapıcıların O’na kıyasla bir şey yapıyor olmadıklarını anlamaktır. Böyle bir tevhide sahip olmak için, Gazâlî’ye göre, kalpte bir nûrun parlaması gerekir. Âlemdeki yegâne Yaratıcı’yı görmek, bir evin içini düzenleyen ev sahibini bizzat görerek inanmaya benzer. Âriflerin tevhidi budur. Böyle bir tevhid aslında çok yüksek bir derecede olsa bile, Yaratıcı ile birlikte yaratılan şeyler de görülmekte ve hesaba katılmaktadır. Dolayısıyla bazen insanın, özellikle ağır bir imtihan altında iken, âlemdeki görüntülere takılarak gerçek Yaratıcı’nın fiilini gözden kaçırması söz konusu olabilir. Ama öyle bir tevhid mertebesi vardır ki dördüncü aşamada, kişi mahlûkları bile görmez. Var olanı bir görür. Bir’den başkasını görmez. Mutasavvıfların “fenâ” dediği bu derecede çokluktaki birlikle tam bir bütünleşme sağlanmıştır. Kul üzerine gerek olan şey, Cenâb-ı Hakkın verdiği imkânları tevhidde derinleşmek ve aşamaları geçmek için kullanmaktır. Böyle bir yolculuğun yolcusu, seyrettiği manzaralardan gaflette kalıp canının sıkılması durumuna düşmez. Sabır neticesinde surûra erişir. İnsan Sûresi’nde buyrulduğu gibi (76:10-12): “O kullar biz çetin ve belalı bir gün geldiğinde Rabbimizden çekinmekteyiz, derler. [Bu duyduklarından ötürü] Allah onları bu günün şerrinden muhafaza eder ve onları aydınlık ve surûr ile buluşturur. Sabrettikleri için onlara Cenneti ve oradaki ipekli mekânları lütfeder.”