2005 yılında Françoise Dastur tarafından yazılan “Ölümle Yüzleşmek / Comment Affronter la Mort?” kitabı; ölümü aşmayı, ondan kaçınmayı ve onu üstlenmeyi içeren üç bölümden oluşur. “Varoluşunun geçiciliğinin bilincinde olan insan, ölümle nasıl yüzleşir?” sorusuyla başlayan yazar, kitabın ilk bölümünde doğum ve ölümün var olmanın temel boyutları olduğunu ve ölüm karşısında endişe duyan insanın kendi insanlığının farkına vardığını ifade eder. Ona göre mağlup olunacağı bilindiği halde ölümün üstesinden gelmeye çalışan insan bedeni eski zamanlardan beri gömülürken hayvanların ölü bedenleri ise ortada bırakılır. Ceset sadece çürüdüğü ve etrafı kirlettiği için değil canlıyla cansız arasında tuhaf bir ara katman yarattığı için rahatsız edicidir. Ölümün tescili ve ilanı olan cenaze töreni ile insan yeni bir ilişki kurmuştur. Kişinin tamamen yok olmasını önleyen ve tüm kültürlerin birleştirici zemini olan cenaze, törenlerinin gerçek amacı cesedi ortadan kaldırarak ölüyle maddesel olmayan başka bir tür ilişki kurabilmenin önünü açmaktadır. Gadamer’e atıfta bulunarak 20. yüzyıl sonlarında modernliğin tabusu olan ölümün, Modern Batı’da “bastırılarak” gizeminden koparıldığını ifade eden yazara göre çağdaş toplum ölümden kaçarken ölüm de mahrem biçime sokulmuştur. Modern kâr-zarar mantığına göre ölüden mümkün olduğunca en kısa yoldan kurtulmaya çalışılan cenazeler, sözleşmelerle ölüm sonrası planlanıyor. Yas mesaileriyle ölü, hafızalarından çabucak silinmek zorunda bırakılıyor. Merhumun izlerini çabucak silmek için, ölümü bir şekilde “halletmek” için yakma yöntemine daha fazla başvurulmak ve insan ölümün yüzüne bakmasa da ondan kaçmak için hileler tasarlamayı bırakmamıştır.
Din ve felsefenin törpülenmesine paralel olarak doğumun, hastalığın ve ölümün insandan bağımsızlaştırılarak nesneleştirildiğini iddia eden yazara göre -her ne kadar Nietzsche, beden-ruh hiyerarşisini ters çevirmeye çalışsa da- 17. yüzyıl/Kartezyen felsefe geleneği; doğayı teknik eyleme tabi kılmış ve teknoloji doğaya üstün kılınmıştır. Ölüm de yaşamın doğasından kaynaklanan bir zorunluluk değil “kaçınılabilir, kontrol edilebilir ve ertelenebilir organik bozukluk” olarak görülmeye başlanmıştır. Yazar, Bichat’ın “Yaşam, ölüme direnmeye çalışan bazı işlevlerin bütünüdür.” ifadesini -yaşlanmayı geciktiren- hücre biyolojisiyle tartışmalı hale getirdiğini söyler. Ona göre biyo-teknolojiyle değil Gılgamış Destanı’ndan beri var olan “ölümsüzlük rüyası”; yeni bir arayış formu olan trans-hümanizm adı altında devam etmektedir. İlk J. Huxley-1957 yılında kullanılan ve modern insan yaşamının yeni imkanları kullanarak kendini aşma kapasitesini ifade eden trans-hümanizm kavramı, -1980 sonrası Amerikan fütüristleriyle- insanın fiziksel ve zihinsel yetilerini sınırsızca geliştirme anlamı kazanmıştır. Ona göre kendini makineye bağlayıp ölümsüzleştiren “yeni insan”dan bahseden trans-hümanizm “ölümün ölümünü” içerir. Fiziksel ve zihinsel yetileri kontrol etmek isteyen, hem biyolojik hem robotik faaliyetleri yerine getirebilen yeni melez bir tür haline gelen “artırılmış insan” tipinin ortaya çıkacağını iddia eden trans-hümanizmin, biyolog Jean Mariani ve nöro-bilim uzmanı Daniele Tristsc tarafından aldatmaca olarak görüldüğünü yazar. Çağdaş fizik ve evren biliminin bilimsel verilerinin trans-hümanizmin iddialarını mümkün görmediğini söyler. J. Testart ve A. Rousseaux’ın “İnsanı Bekleyen Tehlike/Au peril de l’humain” kitabına atıfta bulunarak trans-hümanizmi “çocuksu bir ideoloji” olarak görür.
“Ölümden Kaçmak Mümkün Mü?” ikinci bölümünde endişenin insanî olduğuna değinen yazar, kaçınılmaz sondan kaçmak isteyen insanın üstün gelmek istediği ölümü iki yolla -bedensel ve zihinsel- aşmaya çalıştığını söyler. Ona göre insanlar, üremeyi çoğunlukla varoluşun amacı olarak görmezler ve kendi varlıklarının tüm olanaklarını henüz tüketmedikleri halde ölmeye hazır hissedebilirler. Ömür kısalığının insanları miras bırakmaya ittiğini ve yeni kuşakların ebeveynlerinin yetiştiremedikleri şeyleri yaptığını iddia eden yazar, ilkel kavimlerde yapılan antropolojik çalışmalardan örnek vererek üreme ile cinsellik arasında olmadığını, soy bağları oluşturmak için biyolojik bağa ihtiyaç olmadığını söyler. Sadece malın değil mirasın da aktarıldığını söyleyen yazar, Gadamer’e atıfta bulunarak nesilleri birbirine bağlayanın biyolojik değil manevi bağlar olduğunu, aktarılanın kan bağı değil dil veya sözlü kültür yoluyla aktarılan gelenek ve yaşam dünyası olduğunu söyler. Gen, tecrübe ve yazılı eserler yoluyla aktarım, ölümü geçici olarak dizginleyebilir. Ölüm ve doğumun olgu olarak insana eşlik ettiğini söyleyen yazara göre; ölümün ulaşma aracı beden olduğu için gençliği koruma insanlığın başlangıcından beri vardır.
Bedenin öncelemesinin Hıristiyan Batı’yı şekillendirmiş olan düalist insan anlayışının aşıldığı anlamına gelmediğini (yazara göre yapay zekâ, Batı’da hükümran olan düalist insan fikrinin bir sonucudur) bilakis daha güçlendirdiğini gösterdiğini fakat bedene hâkim olma isteğinin onunla barışık olmadığını söyleyen yazara göre beden, -dövme örneği- bütünüyle kültürel düzene tâbidir. Ona göre aşırı-teknolojik çağda (daha önce hiç olmadığı kadar) nesneleşen ve siber kültür çevrelerinde “ihtiyaç fazlası” bünye olarak görülen beden, maddi kayıtlardan arındırılarak (tasfiye edilerek) sanal gerçekliğe gömülmüştür. 17. yüzyıldan beri Batı toplumlarında güvenlik kaygısı artmış, etten ve kandan ibaret varlığa güven kaybı oluşmuştur. Yeter-neden ilkesini ilk formüle eden Leibniz, modern bilim ve teknolojide her şeyin hesaplanabilir olduğu görüşünün zeminini oluşturmuştur.
Yazara göre modern insan indinde ölüme meydan okuma; gizil olarak ölümden kaçmanın yolu, intihar ise bir bakıma ölümsüzlüğü onaylama isteği ve ölümü iradeye zımnen bağlama çabası olarak düşünülebilir. Ölümsüzlük hezeyanının bir başka türü ise şöhretle kendini merkez hâline getirmeye çalışmaktır. İnsanın ölüme ilişkin yaklaşımlarının âdeta aldatıcı perdeleme olduğu yazara göre ölüm geldiğinde hem bu perdenin yırtılacak hem de insan ölümlü varoluşuna razı gelecektir.
“Ölümü Üstlenmek” bölümünde ise Hıristiyanlığın ölümle yüzleşmeyi tavsiye ettiğini ve yalnızlık ve endişe yaşayan İsa’nın Çilesi örneğinde ölümün, yaşamın özünü teşkil ettiğini söyler. Hıristiyan olarak yaşamak, ölümün daima yaşamın tam da özünü teşkil ettiğini hatırlatır. Ona göre ölümü geçiş kapısı olarak gören Hıristiyanlıkta Tanrı, “tüm umuda rağmen umut aşılayan” bir Tanrı’dır. Hıristiyanlıkta ölüm tefekkür edilmesi için salık verilmiş ve kişinin tefekkür yoluyla ölüme hazırlanması istenmiştir. Oysa günümüzde cenazelerden uzak tutulan çocuklardan ölüm gizleniyor. Phaidon’da ölümü mevzu edinen Platon’a atıfta bulunarak ölüm gibi felsefesinin de ruhu, bedenden ayırdığını söyler. Filozof olmayı ölüme ihtimam göstermek ve bizzat ölmeye çalışmak gören Platon’dan hareketle felsefenin ölüm korkusunu yaşam korkusuna dönüştürmeyi hedeflediğini söyleyen yazara göre filozof için tehlike, bedensel ölüme aşırı önem vermektedir. Eğer felsefe yapmak bir tür ölerek yaşamaksa felsefi yaşam, ölümü bariz bir biçimde mağlup ederek onu radikal olumsuzluğundan arındırır. Pascal, haz ve bedensel yaşamı değersizleştirerek -Hristiyanlığın da miras aldığı- bu dünyayı ve bir et parçası olan bedeni aşağılık gören geleneği de başlatan Platonculuğa atıfta bulunarak “Hıristiyanlığa yönelmek için Platon’a ihtiyacımız var” der. Montaigne’in “Ölüm fikrine alışmanın en iyi yolu onunla burun buruna gelmektir” sözüne karşın Spinoza’nın bilgeliğin ölümü değil yaşamı düşünmek yaklaşımında olduğunu ifade eder. Stoacılığın ve Alman mistik düşünür Meister Eckhart’ın kişinin kendini egosundan kurtarması gerektiği düşüncesine değinen yazara göre din ve felsefeler için insan yaşamının amacı, ölümden önce sakinliğe ulaşmanın yolu çilecilik değil terktir.
Yunanlıların sonluluk anlayışına karşın Descartes’ın kendindeki sonsuzluk fikrini keşfederek insan sonluluğunu öznenin ölümlülüğü ile değil ilahî varoluş ile düşündüğünü söyleyen yazara göre ölüm; geri alınamayan, ilişkisel olmayan ve başkasına devredilemeyen tekil bir olgudur. Tıp sanatı ve terapi anlayışı; hekimin meslek veya uzmanlık aracı değil aynı zamanda ölümlü bir insan olarak da kullandığı araçtır ve böylesi bir algı insana gerçekten insani bir “son” verebilir. Ömür; modern tıp yoluyla hem uzatılabilir hem de ihmale uğrayan bir şey olabilir. Son olarak Heidegger’in insanın “akıllı hayvan”dan daha çok “ölümlü hayvan”a vurgusuna değinerek ölümlü olmanın ölümsüzlük yanılsamalarına dur dediğini ve toprak üzerinde hakikatle yaşamak demek olan ölüm endişesinin hiçbir biçimde yaşama sevinciyle uyumsuz olmadığını iddia eder.
Ölümün hafife alınmasını veya üstesinden gelinmesini anlamlı görmeyen yazar, insan olarak ölümü kadim çerçevede algılayarak hayatı anlamlı kılan bir unsur olarak görmüştür. Onu aşmaya çalışan her teşebbüsü hem çocuksu hem de insanı manasızlaştırma çabası olarak görmüştür.
Françoise Dastur, Ölümle Yüzleşmek, çev. Sinan Oruç, İstanbul: Pinhan Yayıncılık, ss. 61.