Dervişlerin şu tespitini duymuşsunuzdur: ”Celâl içre cemâl vardır”. Yani büyük sıkıntılar, içlerinde büyük güzellikler de taşırlar. Dikenin yanında her zaman gül de vardır. (Bu korona probleminin/dikeninin taşıdığı ve insanlara sunacağı rengârenk güller nelerdir? Bu, zaman içinde görülecektir.) Bizim toplumumuzda, dinî kültürel hayatımızda yaklaşık yüz sene önce ortaya çıkan sıkıntılardan biri de harf değişimidir (1928). Bu tavır, yeni ile eskinin bağını koparmış, sürekli akış halinde olan, tabiî olarak değişim ve dönüşüm yaşayan kültürel hayatın önünde büyük bir set oluşturmuştu. Peki, bu dikenin gülü ne idi veya kim idi? Burada çok farklı yorumlar yapılabilir. Değişik kişiler ve olaylar üzerinden bu tespit örneklendirilebilir. Benim yorumum şimdilik kişiler üzerinden olacak.
Osmanlı’nın son yıllarında yaşayan, bu devletin son, yeni devletin ilk yıllarını müşahede eden bazı ehl-i kalem insanlar, bir başka ifade ile eli kalem tutan âlim, ârif ve sanatkârlar, bu birbirinden hızla uzaklaşmakta olan iki dünyayı eserleriyle adeta birbirine bağladılar. Eski harflerle kaleme aldıkları ama yeni harflerle bastırdıkları eserlerle..
Muhammed Hamdi Yazır’ın tefsiri Hak Dini Kur’an Dili ile (1935-1938) Ahmed Naim Efendi ve Kâmil Miras’ın Tecrid-i Sarîh tercümesi (1928-1948) bunun ilk adımıdır. Çünkü bu iki eser harf değişimi olmadan önce (1926) devlet tarafından Diyanet İşleri Reisliği aracılığı ile ısmarlanmıştır. Ömer Nasuhi Bilmen’in İslâm hukuku ile ilgili meşhur Hukûk-ı İslâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhiyye Kâmusu’nun ilk baskısı da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi yayınıdır. (1949-1952). Ahmed Avni Konuk’un hazırladığı Fusûs ve Mesnevî şerhleri, Hüseyin Vassaf’ın Sefine-i Evliya‘sı – son iki eser seneler sonra yeni harflere aktarılmış olsalar da- bu sahanın yani tefsir, hadis, fıkıh ve tasavvufun en sağlam “köprü”leri olmuşlardır.
İşte bu irfan kafilesinin meşalesini en ön sırada taşıyanlardan biri de İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl İnal’dır. 17 Kasım 1871’de doğan, 24 Mayıs 1957 de vefat eden bu İstanbul beyefendisinin eserleri olmasaydı söz konusu celâlî tecellinin olumsuz etkileri çok daha büyük, derin ve sarsıcı olacaktı. Çünkü Üstad’ın güçlü hafızası, bitmez tükenmez gayreti, Osmanlı arşiv belgelerine hakimiyeti, devlet yetkilileri nezdindeki itibarı, yüce himmet ve müstesna üslubunun yanında özel kütüphane ve arşivi, bu mühim vazifesi için ona büyük destek verdi. Onun eserleri olmasaydı Osmanlı sadrâzamları ile ilgili bilgilerimiz çok daha eksik olacak, Hattat ve bestekârlarımızın bir kısmının adını dahi duymamış olacaktık. Büyük eserlerinin Son Hattatlar, Son Sadrazamlar, Son Şairler gibi isimler taşıması da konu ile ilgilidir. (Hayatı ve eserleri için muhtasar müfîd yazı, şimdilik Ömer Faruk Akün (ö. 2016) tarafından kaleme alınan ve DİA’nın 21. cildinde yer alan İbnü’l-Emin Mahmûd Kemâl maddesidir.)
Bu uzun maddenin son satırlarını birlikte okuyalım: “Onun başkalarına benzemez müstesna portresi aşağıdaki hususların hatırlanması ile çok daha belirginleşecektir. Konağındaki mûsikî meclisleri, en nâdide ve müellif hattı tek nüsha yazmalar saklayan kütüphanesi, geçmiş asırlar Türk güzel sanatlarından bir tarih barındıran müzelik koleksiyon ve eşyaları, giyiminde ve muâşeretinde güne teslim olmamış Tanzimat efendisini, bütün bir mazi görgü ve terbiyesini devam ettiren güngörmüş bir Bâb-ı Âli emektarını temsil eden, her şeyin değiştiği, kökünden kopup uzaklaştığı bir çağ içinde kendi başına bir dünya olarak kalmış bir şahsiyettir. Çoğunluğunda içine girdiği büyüklerin meclislerinde kazanılmış bir gelenekle konağında elli yılı aşkın bir süre devam ettirdiği meclislerinde tarihe intikal etmekte olan bir kültürün, edebiyattan tasavvufa, hattan mûsikîye, siyasî geçmişimize mal olmuş sima ve vak’alara kadar her türlü bahsin konuşulduğu son sohbetlere, klasik Türk musikîsinin ayakta kalışına yüksek seviyede bir barınak olarak hizmet eden, unutulmaz fasıllara şahit olan konağında, ilim ve sanat çevresinden seçkin simaların her hafta uzun geceler etrafında buluştuğu son ocak olmuş bir İbnü’l-Emîn, Türk kültür tarihinde yerini almış bulunmaktadır.”
İbnü’l-Emîn’in, dünümüzü ve bugünümüzü aydınlatan eserlerinden biri de Fatîn Tezkire’sine zeyl olarak hazırladığı Son Asır Türk Şairleri’dir. Bu eserde yaklaşık olarak 1800/1940 yılları arasında yaşayan çok farklı meslek ve meşreplere mensup 566 şair, hayat hikayeleri ve edebî mahsulleriyle birlikte tanıtılmış ve değerlendirilmiştir. 1930-1942 yılları arasında fasiküller halinde Türk Tarih Encümeni/ Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayını olarak kitap piyasasına ulaşan bu eserin ilk üç fasikülü çıktıktan sonra –tahmin edilebilecek sebeplerden dolayı- durmuş, yıllar sonra Hakkı Tarık Us ve Hasan Ali Yücel’in gayretleri ile tekrar yayını başlayabilmiş ve tamamlanabilmiştir.
Eserin basımına başlanması kitap, kültür ve edebiyat dünyası ile ilgisi olan herkesi heyecanlandırmıştır. Bunlardan biri de Üsküdar Mevlevîhânesi’nin son postnişini Ahmet Remzi Dede’dir.( ö. 1942, Kayseri) Sekiz beyitlik gazelinin son beytini okuyalım:
Sânih oldu hâtıra târih-i Hicrî noktadâr
Tab’ edildi en güzel zeyli Fatîn etti sünûh 1359
Matbaalar, yeni harf ve imla düzeninde acemi oldukları için bugüne göre çok farklı bir imla ile basılan eser, marifet, saâdet ve medeniyet ilişkisine vurgu yaparak başlıyor:
“Hakâyık-ı basîtedendir ki saâdet-i beşeriyyeyi temin eden medeniyet, marifetten tevellüt eder. Marifetten mahrum olan insanlar, vahşetin mesâib-i gûnagûnundan tahaffuz edemezler. Medenî milletlere arz-ı dîdâr eden saâdet ve gayr-i medenî milletlere isâbet eden musibet meydandadır. Her milletin mertebe-i medeniyeti, yetiştirdiği erbâb-ı marifetle mukayese olunur. Marifet sahipleri –zîr-i zeminde kalan âsâr-ı kadîme ve nefîse gibi- mahkûm-i nisyân olursa saha-yı medeniyette ihrâz-ı mevki etmek müşkildir. Erbâb-ı marifete hürmet eden milletlerin, milel-i sâire arasında ihrâz ettikleri mevki-i mümtaz izaha muhtaç değildir.”
Üstad’ın Son Asır Türk Şairleri’nin ilk sayfalarında ifade ettiği cümlelerine geçmeden önce bir hususa işaret edelim. Eskilerin ifadesiyle bir istidrâd yapalım. Harf değişiminden bahsediyoruz. Dolayısıyla Osmanlı döneminde yazılan eserleri yeni harflere aktarma konusu büyük bir mesele olarak karşımızda durmaktadır. Yani Osmanlı klasiklerini yeni harflere aktarmada yeterli olamıyoruz.
İşte burada konu ile ilgili kötü bir haber var: 1930’lu yıllarda yeni harflerle basılan İbnü’l-Emîn’in bu eseri 2000’li yılların başında bir heyet tarafından yeniden dizildi ve Atatürk Kültür Merkezi tarafından basıldı. (1. cilt 1999, 5. cilt 2013) Kötü ve acı haber şu: Bu yeni neşirde fâhiş hatalar var. İsteyenler 1. cilde bakabilir. Kaş yaparken göz çıkarılmıştır. Yani bu şu demektir: 80 sene önce –eski harflerle değil- yeni harflerle yayınlanan klasik bir eseri dahî, doğru dürüst hazırlayıp insanımıza/kültür dünyamıza sunamıyoruz. Yazımızın başında ifade edilen “celâlî tecelli”nin artçı sarsıntıları bir şekilde devam ediyor demektir.